
Arama Sonuçları
Boş arama ile 751 sonuç bulundu
- Gestalt Yaklaşımı
Nevzat Erkmen , (1931-2020) M.A. & Ph.D., New York Üniversitesi Pedagoji Bölümü Bu yazıyı benim sayfam için hazırlamıştı. Nev’e saygı ve rahmetle. Yenilik, Heyecan, ve Büyüme Kendi ölüm acımıza katlanabilmemiz ve yeniden doğmamız kolay değildir. – Fritz Perls İnsan, istediği kişi nasıl olabilir? İçindeki has insanı nasıl doğurabilir? Bunun yolu ne? Kendini bulmaya giden yollar insanların sayısı kadar çok ve çeşitli. Bazıları çıkmaz sokak, ama insan var olduğundan beri bu yol ve yolculuk var. Nevzat Erkmen ona “Tinsel-Tensel Yolculuk” diyor. “Dağlarda, kutuplarda ölümle yüzleşen kâşif, uzaydan dünyayı seyreden astronot, yıllardan sonra aradığını bulan bilim adamı, özgürlüğü uğruna tanklara doğru yürüyen kahraman, mağaraların sessizliğinde nefesini izleyen derviş, eserinin güzelliğinde eriyip bütünleşen sanatkâr, hepsi de içlerindeki has insanı fark ediyor. Geştalt ve Egzistansiyelist Psikoterapi Uzakdoğu’nun Zen ustalarından, Ortadoğu’nun Sufilerinden çok şey öğrendi. Günümüz psikoterapileri ise, temellerinde Psikanaliz kadar Geştalt ve Egzistansiyalist Psikoterapiyi yerleştiriyorlar. Eski mirası alıp yeni yollarla, bitmez tükenmez bir arayışla yeni sentezlere götüren sonsuz bir yol bu. İnsanlar var oldukça, arada yollar parçalanıp ayrılsa da, yeniden birleşip hep daha üst düzeyde yeni uyum ve bütünleşmelerle yolculuk sürecek. Evet. Yukarıdaki anlatı Frederick S. Perls, Ralph Hefferline ve Paul Goodman’ın birlikte yazdıkları Geştalt Terapisi: İnsan Kişiliğinde Heyecan ve Büyüme adlı iki kitaplık yapıtın birinci kitabından, Psikiyatr Ayça Çerman’ın Geştalt Terapisine ilişkin sözleri.” Geştalt Yaklaşımı, Dr. Fritz S. Perls’in kurduğu yeni bir sağaltım yöntemi. Freud ile birlikte çalışmış olan Perls, Sonraları Freudçu psikanalizdeki gelişmeleri, Jung, Adler, ve Reich’ın yaklaşımları, Geştalt psikolojisi, anlambilim, sibernetik, davranışçılık gibi batı uygarlığının ve Zen, Yoga, Taoculuk gibi doğu öğretileriyle bütünleştirerek, ulştığı bu son ve en kapsamlı sentezi, California’daki Esalen Enstitü’sünde uygulanmaya başlanmış. Geştalt Yaklaşımı’nın kurucuları olan Perls, Heferline ve Goodman, Geştalt yaklaşımının yaşama, yani insanın düşünce, eylem ve duygularına en özgün ve en doğal yaklaşım olduğu görüşündeler. Geştalt Yaklaşımı Uzun yıllar süren Geştalt bilgi ve deneyiminden sonra içimdeki çocuğu açığa çıkarmaya çalıştım. Perls, Hefferline ve Goodman’ın “Özün Harekete Geçirilmesi” adlı birinci “Alıştırmalar” kitabına İÇİMİZDEKİ ÇOCUK adını da ekleyip, ağır dilini yumuşatarak, Türk okuruna sundum. Dünyayın her yerine yayılan ve Türkiye’de de büyük ilgi görmeye başlayan Geştalt Yaklaşımı, kişinin kendi özünün farkındalığına kavuşarak özünü gerçekleştirmesini amaçlıyor. Farkındalığın vurgulandığı bu çalışmalarla kişinin, belki de uzun yıllar boyunca yitirmiş olduğu ölgünleşmiş yanlarına yeniden canlılık kazandırarak, büyüme ve gelişmesini tamamlamasını sağlıyor. Geştalt Terapisi: İçimizdeki Çocuk” kitabının okurlarımıza sunulmasının yanı sıra Türkiye’deki uygulamasını da Geştalt Yaklaşımı çalışmalarıyla gerçekleştirmekteyim. Bu çalışmalarımız, kişinin kendi bedenine, duygularına, düşüncelerine ve çevresine ilişkin farkındalığını bileyerek potansiyelinin gitgide daha büyük bölümlerini ortaya çıkarabilmesini sağlıyor. Bugün ABD’de ve Avrupa ülkelerinde işadamları, üst ve orta düzeyde yönetici, memur ve işçiler, her daldan sanatçılar, sporcular, öğretmenler, öğrenciler ve ev kadınları, kısacası gerek kendilerini gerekse başkalarını daha derinlemesine tanıyıp duyumsayabilmek isteyen ve daha dolu bir yaşam özlemini duyan herkes Geştalt Yaklaşımı’ndan yararlanabiliyor. Geştalt Yaklaşımı’nın birinci kitabı pratik alıştırmalarıyla kişinin özünü açığa çıkarmasını sağlıyor. İkinci kitapta ise, kuramsal bilgiler sunuluyor. Alıştırmalı Geştalt Yaklaşımı Çalışmaları Alıştırmalı Geştalt Yaklaşımı çalışmalarının 4 biçimde uygulanıyor: Amaçlar : Dört ayrı biçimdeki bu uygulamaların ortak amaçları: bireyin kendi özünü gerçekleştirmesi, başkalarıyla ilişkilerini sağlıklı bir biçimde gerçekleştirebilmesi, gizli kalmış potansiyelini ortaya çıkarması ve streslerden arınması. Her bir çalışma biçiminin kendine özgü amaçları aşağıda ayrı ayrı belirtilmektedir: 1. Bireysel Alıştırmalı Geştalt Yaklaşımı Çalışmaları : Bir kişiyle, ya da iki kişden oluşan çiftlerle yapılan çalışma, haftada 1.5 saat: 18 hafta. (6 haftalık yoğunlaştırılmış bir çalışma da yapılabiliyor.) Bireysel uygulamanın amacı: grup çalışmasına hazır olmayan kişilere olanak sağlanması; bir kişi üzerinde daha yoğun bir şekilde çalışılabilmesi. 2. Alıştırmalı Geştalt Grup Çalışmaları : Kadın erkek sayısı dengelenmiş, 8-14 kişilik gruplarla haftada 2 saat: 18 hafta. (6 haftalık yoğunlaştırılmış bir çalışma da yapılabiliyor.) Grup uygulamasının amacı: kişilere, kendisini tanırken, başkalarını da tanıma olanağının sağlanması, grup oyunlarının oynanabilmesi, başkalarıyla ilişkilerin geliştirilebileceği bir laboratuvar işlevini görmesi. 3. Farkındalıklı Yaşam Grupları : Özel ya da resmi kuruluşlarda çalışanlar (işadamları, üst ve orta kademe yöneticileri, memur ve işçiler), tiyatro oyuncuları vb. için grup çalışmaları. Süre sınırsız, katılımcı sayısı değişken. Amacı: Geştalt Yaklaşımı Çalışmalarının “ortak amaçları”nda sayılan özelliklerden şirket çalışanlarının kendi kişisel ve çalıştıkları kuruluşların hedeflerini destekleyici biçimde yararlanmalarının sağlanması. Her tür çalışmadaki ortak “Psiko-Pedagojik” çalışlamara ek olarak “Bedensel Farkındalık”, Doğal Beslenme” (İçinizdeki İnce Siz programı) ve “Meditasyon” etkinliklerine katılabilme olanaklarının sağlanması. 4. Erotik Açılımlar Grup Çalışmaları : Bu gruplarda da çalışma haftada 2 saat ve 18 hafta (yoğunlaştırılmış 6 hafta), kadın-erkek sayısı gene dengelenmiş 8-14 kişi. Amacı: bu çalışmalarda katılanların farkındalıklarını arttırarak, cinselliğe ilişkin içsel çatışmalarını çözebilmelerine olanak sağlanıyor. Kadınlara ve erkeklere özgü “Erotik Açılım Alıştırmaları”ndan da ayrıca yararlanılıyor. Geştalt Yaklaşımı Çalışmalarının İçeriği Grup çalışmalarına hazır olmayan kişilere uygulanan bireysel çalışmanın içeriği, yarım saatlik psiko-pedagojik alıştırmalarla beraber bir, ve yarım saat süren sıcak sandalye alıştırması. Grup çalışmalarında ise, bireysel çalışmaya ek olarak yarım saatlik grup oyunları alıştırması uygulanıyor. Farkındalıklı yaşam grupları çalışmalarının içeriği ise oldukça kapsamlı. Psiko-Pedegojik Geştalt alıştırmalarının yanı sıra bir çok etkinlik söz konusu. Geştalt yaklaşımı çalışmaları, kişinin kendi bedenine, duygularına, düşüncelerine ve çevresine ilişkin bilinçliliğini bileyerek potansiyelinin gitgide daha büyük bölümlerini ortaya çıkarabilmesini sağlıyor. Bedensel Farkındalık Çalışmaları Bedensel farkındalık çalışmaları Yoga’nın çağdaş insanlarca kolaylıkla uygulanan bölümlerinden oluşuyor. Batı tıbbının ulaştığı bilgi birikiminden yararlanılarak geliştirilmiş olan “Total Fitness” çalışmaları uygulanıyor. Beş bin yıllık doğu bilgeliğinin, şimdi ABD, Avrupa ülkeleri, Japonya ve artık Türkiye’de yaygın olarak yararlanılmaya başlanmış olan öğretilerinden, Tai Chi Chuan, Shiatsu ve Esalen Masajı da bu çalışmalarda uygulanıyor. Doğal Beslenme Kişiyi o kişi yapan şey, öğrendikleri, düşündükleri, inandıkları şeyler ve kültürü, kısacası, özümsediği (kendinin kıldığı) şeyler olduğu kadar yediği şeylerdir de. Doğal beslenme çalışmasında yaşlılıkları ve hastalığı önleyici, kiloları dengeleyici beslenmeye ilişkin etkinliklere yer veriliyor. Meditasyon Doğru biçimde yapılması öğrenildikten sonra, meditasyon, kişinin evinde, bürosunda ve her yerde birkaç dakika uygulayarak özündeki gizli enerjiyi ortaya çıkarabileceği, stresleriyle baş edebileceği, dinginleşerek isabetli kararlar verebileceği bir esneklik durumuna geçmesini sağlıyor. Japonya’da çok eskiden beri, ve son 50 yıldan bu yana batı ülkelerinde meditasyonun olumlu etkilerinden, işyerlerinde, orduda, okullarda ve spor karşılaşmalarında verimliliği artırmak için uygulanan bir yöntem. Bireyler de, meditasyon yaparak çoğu psikosomatik rahatsızlıklardan kurtulabiliyor, önlerindeki işe açık bir zihinle dönebiliyor. Böylece kavuşulan huzurluluk, aile, iş ve toplumsal yaşamın bütün öbür yanlarına da yansımış oluyor. Düzenli meditasyon yapan kişilerin az çok bağımlı oldukları aspirin, alkol, sigara vb. bir takım alışkanlıklarından vazgeçmelerini sağlıyor.
- Transaksiyonel Analiz ve Duygusal Zekâ Teorisinin CRM’e Katkısı
Ayça Mumkule tarafından kaleme alınan ve Cambridge Scholars tarafından yayımlanan "Aviation Psychology" kitabında yer alan bölümdür. “Öyle zamanlar olur ki, karakterimin değişik parçalarına şaşkınlıkla bakarım. Birçok insandan oluşmuşum gibi gelir ve o anda olduğum kişinin önde olduğunu bir süre sonra da olduğum kişinin yerini bir başkasına bırakacağını bilirim. Ancak gerçek olan hangisidir? Hepsi mi, yoksa hiçbiri mi?” Somerset Maugham ÖZET CRM (Crew Resource Management); bir uçuş görevinin emniyetini ve etkinliğini arttırmak için en yüksek ekip eş güdümü ve en uygun risk yönetimi ile hataları asgariye indirecek önlemlerin alınmasını, diğer bir ifade ile insan faktörünü daha iyi anlayarak ekip performansını geliştirmeyi ve uçak kaza ve olaylarını önlemeyi hedefler (Terzioğlu, 2010: s.219). Durumsal Farkındalık (situational awareness), İletişim (communication), Takım Çalışması/yönetimi (team management), Liderlik (leadership), İş yükü ve Yorgunluk Yönetimi (workload management), Karar Verme (decision making) ve Stres Yönetimi (stress management) olmak üzere 7 kavram üzerine inşa edilen CRM kültürü, temel olarak şu konuların başarısına katkı sağlamaktadır: 1. Hedeflerin başarılması 2. Kaynakların korunması 3. Eğitimde etkinlik 4. Etkin yönetim 5. Hataların fark edilmesi 6. Organizasyon kültürü Etkin bir CRM uygulamasında, bu 7 temel ve 6 ana hedef titizlikle yönetilmelidir. CRM kasını güçlendirmek için zorunlu bir biçimde uygulanan CRM eğitimleri, iletişimde etkinlik, iş birliği iletişimi, brifing/debrifing, durumsal farkındalık, ilişki yönetimi, karar verme ve liderlik, insan faktörü, yorgunluk ve stres konularına yoğunlaşarak yürütülmektedir. Transaksiyonel Analiz (TA) ve Duygusal Zeka Teorisi, bu hedeflere ulaşarak temelleri sağlamlaştırmanın güçlü metotlarını içerir. Şöyle ki; Temel kavramları 1949-1958 yılları arasında Eric Berne tarafından geliştirilen Transakasiyonel Analiz; ilk olarak teröpatik bağlamda ele alınmıştır. Kişisel olarak değişmeyi ve gelişmeyi sağlarken “özerklik” amacını güden bu yaklaşım, bugün, hem bir kişilik kuramı hem de iletişim kuramı olarak yöntemler sunmaktadır. TA, daha sonraları öğretmenlere ve öğrencilere açık iletişim kurmaları ve kısır anlaşmazlıklardan kaçınmaları için yardımcı olması amacıyla eğitim bilimciler tarafından da sahiplenen bir kuram hâline gelmiştir. TA analizleri, temelde, yapısal ve fonksiyonel analizler şeklinde 2 ayrı alana ayrılır. Fonksiyonel modelde gözlenebilen davranışlar, yapısal modelde ise saklanan anılar ve stratejiler sınıflandırılmaktadır (Stewart & Joiness, 2015: s.82). TA öğretisi ile yürütülen CRM eğitimlerinde amaç; bireylerin birbiriyle ilişkili düşünce, duygu ve davranışlar kümesinden oluşan ego durumlarını ve bu ego durumları sahnede iken ortaya çıkan transaksiyonları analiz ederken, özerklik ilkesini merkeze koymaktır. Böylece bireyler, her bir CRM bileşeni için kendi yol haritalarını belirleyebilirler. CRM’in hedefleri ile doğrudan ilişkisi bulunan Duygusal Zekâ kavramı; ABD’de 1985 yılında bir doktora öğrencisinin (Payne, Wayne Leon) A study of emotion: Developing Emotional Intelligence; Self-integration; Relating to fear, Pain and Desire (Theory, Structure of reality, Problem-solving, contraction / expansion, tuning in/coming out/letting go) başlığı taşıyan bir doktora tezi yazmasıyla ilk kez telaffuz edilmiştir. Daha sonra, 1990 yılında Harvard Üniversitesi’nden psikolog Peter Salovey ve New Hampshire Üniversitesi’nden psikolog John Mayer, "Emotional Intelligence" ile ilgili iki tane makale yayımlamış, insanların duygusal alandaki yetilerini bilimsel olarak ölçmeyi denemişlerdir. Onların bulguları, bazı insanların diğerlerinden, kendi duygularını tanımlamada, başkalarının duygularını tanımlamada ve duygusal konularda problem çözmede daha iyi olabileceğini ortaya koymuştur. Geçtiğimiz yirmi yılda bu profesörler, duygusal zekamızı ölçmeye yönelik iki değişik test geliştirmiş, ancak onların çalışmaları genellikle akademik çevre içinde kalmıştır. Başarı için önemli görülen "empati, duyguları ifade etme ve anlama, mizacı kontrol etme, bağımsızlık, uyum sağlayabilme, beğenilme, kişiler arası sorunları çözme, sebat, sevecenlik, nezaket, saygı... " gibi duygusal nitelikleri betimlemek için kullanılan bu kavramın şöhret olması, ancak 1995’de psikoloji alanında doktoralı gazeteci-yazar Daniel Goleman’in "Duygusal Zekâ" (Goleman, Daniel, 1995, Emotional Intelligence: Why It Can Matter More Than IQ. New York: Bantam Books.) kitabını yayınlaması ile gerçekleşmiştir (Beceren, 2012: s.60). Görüldüğü üzere bu kavramların tamamı, CRM’in tam merkezinde yer almaktadır. Bu çalışma; TA ve Duygusal Zekâ teorisi’nin tüm dinamik ve bileşenlerini, CRM kültürüne etkisi perspektifinden ele almaktadır. Bildirinin devamı için lütfen ulaşınız: info@anahtaregitim.com
- Duygusal Farkındalık
Duygusal Zekanın en önemli adımlarından biri “duygusal farkındalık”tır. Duygusal Farkındalık ile vurgulanmak istenen konu, kişinin hangi durumlarda hangi duygu / duyguları hissettiğinin, bu duygu halinin söylediklerine, davranışlarına, kararlarına, iş performansına kısacası günlük hayatına etkileridir. Duygular önemli çünkü; * Duygular bulaşıcıdır ve günlük yaşamda duygu halimiz birbirimizi etkiliyor. * Duyguları doğru yer ve zamanda doğru şekilde ifade etmek konusunda sorunlarımız var. * Zaman zaman karşımızdaki kişilerin duygularını göz ardı ediyoruz. * Duygular öğrenme isteğimizi etkiliyor. * Duygular insanlar ile ilişkilerimizi etkiliyor. * Duygular kişilere davranışlarımızı etkiliyor. * Duyguların verdiği bilgiyi dikkate alarak karar veriyoruz. * Duygular hayatta kalmamızı sağlıyor. * Duygular bazı durumlarda karşımızdaki kişiye engel koyabilmemizi sağlıyor. * Duygularımız etkin iletişim kurabilmemizi sağlar. * Duyguların birleştirici bir yönü vardır. İnsanları yakınlaştırır, aynı hedef doğrultusunda ilerlemeleri konusunda motive eder. Duygularının farkında olmayan bu konuda çaba göstermeyen kişi ya da yöneticiler çalışma ortamının ahengini de bozarlar. Bu konu ile ilgili bir anımı sizinle paylaşmak isterim. Bir şirketin Genel Müdür ve Genel Müdür Yardımcılarının katıldığı bir eğitimim esnasında katılımcılar arasındaki kadın finans müdürü, duruşu tavırları, konuşması ve ses tonu ile dikkatimi çekmişti. Tam anlamıyla kadın çatacak yer, çatacak kişi arıyordu. İlk ara verildiğinde IK müdürü hanım efendiyle sohbet ederken, Finans Müdürü hanımı kastederek “fark ettiniz mi?” diye sordu. Fark ettiğimi ifade ettim ve “kişi kendi farkında mı?” ve “çalışanlarına bu durumun etkisi ne?” diye sordum. Tahmin edebileceğiniz gibi çalışanlarına etkisi çok olumsuz ve motivasyon bozucu olduğunu ifade etti. Kendi farkında mı? Sorunun cevabı çok ilginçti. Hanımefendi “Ben normal olması gereken davranıyorum. Yöneticilik böyle yapılır. Bunlara yüz vermeyeceksin. Yoksa tepene çıkarlar” gibi benzeri cevaplar veriyormuş. Eğitimden sonraki günlerde konuyu merak ettim. Şirket, bu müdürün olayın olumsuz etkilerinin farkına varması ve bu konuda değişim için gayret sarf etmesi konusunda ne yazık ki başarılı olamadı. Tek çare uygun şekilde şirketten ayrılmasını sağlamak olmuştu. Duyguları yönetebilmenin birinci şartı duyguların farkına varmaktır. Farkına varmak, kişinin zaman zaman yaşadıkları duygusal değişimleri gözden geçirmesi ile mümkündür. Bu gözden geçirme “duygu günlüğü” yaklaşımı ile yapılabilir. Duygu günlüğü yaklaşımı kişiyi rahatsız eden, olumsuz etkileyen duyguların ve etkilerinin farkına varmak için yapılabilecek zihinsel bir çalışmadır. Bu çalışma yaşanılan duruma dışardan bakabilmeyi ve benzer durumlarda nasıl davranılabileceği konusunda alternatifler sunar. Bu zihinsel çalışmada kişiye yardımcı olabilecek bazı sorular şunlardır. * Durum nedir? Ne oldu ve siz bu duygu durumuna girdiniz? * Konu günün hangi zamanında yaşandı? Bunun etkileri nelerdir? * O an sizinle beraber olan kişiler ve duruma etkileri nelerdir? Bunun etkileri nelerdir? * Hangi duygu? Yaşanılan bu duyguyu nasıl isimlendirebiliriz? * Bedensel belirtiler: Bu duyguyu yaşadığınızdaki bedensel belirtiler nelerdir? * Bu duygu halinizin düşündükleriniz üzerine etkileri nelerdir? * Bu duygu halinizin davranışlarınız üzerine etkileri nelerdir? * Bu duygu halinizin söyledikleriniz üzerine etkileri nelerdir? * Bu duygu halinizin iş performansınız üzerine etkileri nelerdir? * Bu duygu halinizin etkileri sonucu yaşananlar konusunda bir süre geçtikten sonraki düşünceleriniz nelerdir? Farkına varılan duygular ve etkileri kontrolü gerektiriyorsa yani kendimize ve çevremize olumsuz etkileri varsa bu konuda düşünmek ve eyleme geçmek gerekiyor. Duygularının farkında olduğunuz ve onlarla dostluk kurabildiğiniz bir yaşam dilerim… SanayiLife Dergisi 6 ncı Sayı : Temmuz-Ağustos 2014
- Gençliğe Hitabe, Duygusal Çeviklik ve Duygusal Dayanıklılık (Resilience)
EQ KOÇUNUN NOT DEFTERİ, NOT 21 "Umutsuz durumlar yoktur, umutsuz insanlar vardır. Ben hiçbir zaman umudumu yitirmedim." Mustafa Kemal Atatürk Bu yazıyı, okuyan herkesin Gençliğe Hitabe’yi ezberinden ve bir çırpıda zihninden tekrar ettiği varsayımıyla yazıyorum. Bende yalan yok; bu konuda eyvallahım da yok. Duygusal Zekâ öyle derya deniz bir konu ki; her bir bileşeni zaman içerisinde apayrı bir akım olarak tekrar tekrar karşımıza çıkıyor. Bizim yıllardır duygusal zekâ eğitimleri içerisinde yer verdiğimiz duygusal çeviklik ve dayanıklılık konuları, bugün başlı başına koca başlıklar hâline geldi. Bana da bu konulara ayrıca değinmek düştü. Önce duygusal çevikliğe bir bakalım derim. Duygusal çeviklik; düşüncelerin ehil hâle getirilmesiyle kazanılan bir beceri. Çünkü duygularımızın doğup beslendiği yer büyük ölçüde düşüncelerimiz ve yorumlarımız. Değerlerin farkındalığı ve bu farkındalıkla nasıl yol alacağımıza ilişkin seçimlerimiz de, bizim duygusal çevikliğimizin göstergeleri. Eğitimlerimize katılanlar, “Duygu Günlüğü” uygulamamızı hatırlayacaklardır. Bu uygulama, kişinin duygusal çeviklik düzeyini tespit etmesi için kullandığımız bir yöntemdir. Basitçe; ne oldu? Bu olanlar karşısında ne hissettim, ne düşündüm? Bu düşüncelerimin duygu dünyama etkileri neler oldu? Bu duygu hâli davranışlarıma nasıl yansıdı? Peki o düşünceleri değiştirebilseydim sonuçlara hükmedebilir miydim? gibi sorulara yanıt ararız. Bu basit pratiği yaşamına aktarabilenler, büyük ölçüde daha konforlu bir iş yaşamı sürdürdüklerine ilişkin geri bildirimler verirler. Duygusal Dayanıklılık yani Resilience ise; önceden kendinizi kolaylıkla test edebileceğimiz bir alan değildir. Dayanıklılık düzeyimiz yaşayarak öğrenilen bir şeydir. Çok travmatik, çok zorlu durumlarda sergilediğimiz seçimlerimizle fark ederiz onu. Dayanıklılık düzeyi sadece her koşulda ayakta kalmakla veya vazgeçmeden deli gibi çabalamakla ölçülmez, ölçülmemelidir. Bu çabalarımızın ürettiği sonuçlar da dikkate alınmalıdır. Arada bir durup tazelenmek, sürekli çırpınmaktan daha anlamlı sonuçlar üretir. Bunu yapabilmenin en basit yolu da, arada bir kendimize insan olduğumuzu hatırlatmamızdır. Dayanıklılık için hacıyatmaz metaforu çokça kullanılıyor ve büyük ölçüde doğru da. Bununla birlikte şunu da eklemeliyim; her hacıyatmaz dayanıklı demek değildir. Hacıyatmazın ayağa kalkması için fizik kuralları işliyorsa bu kişinin değil fizik kurallarının zaferidir. Burada önemli olan kendi gücünü yaratan bir hacıyatmaz olmaktır. Bu gücü kazanabilmek için, yere doğru düştüğünüzde orada bir süre kalmanız, deneyimlemeniz, bilişsel çarpıtmalardan kurtulmanız ve en sonunda tamamen kendi kararınızla kalkmanız gerekir. Elbette duygusal dayanıklılık için de müttefikler ve yardımcılar edinmenin herhangi bir sakıncası yoktur. Ama gücün çoğu onlardan gelirse, benzeri bir olayda bir daha kalkamamak üzere yerde kalmanız muhtemeldir. Gelelim ulu Ata’nın hitabesine… Bugün içinde bulunduğumuz duruma rağmen sağ ve sağlıklı oluşunuzu duygusal çevikliğinize ve dayanıklılığınıza bağlıyorsanız yanılıyorsunuz. Tahammül ve dayanıklılık birbirinden çok farklı şeylerdir. Tahammül öğrenilmiş çaresizlikten beslenir, dayanıklılık ise öz kaynaklardan. Ata’nın adeta bir ön uyarı sistemi gibi kaleme aldığı muazzam hitabe, aslında olabileceklere bizi zihnen hazırlamış olmalıydı. Peki biz bu hazırlıkla ne yaptık? Bu sorunun cevabını bilen varsa lütfen bana da söylesin. Ata, bize, içinde bulunmamız muhtemel garabet durumlarda duygusal olarak çevik olun demiş. Mevcut durumu fark et, bu durumun yaratacağı korku ve öfkeye yenik düşme, aksine hedefine odaklanmak için yıkıcı duygularını dinamik duygulara dönüştür demiş. Baktın ki düştün, o zaman öz kaynaklarına yönel demiş: “Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur!” Daha ne desin adam? “Bir kurtarıcı bekleme, sen varsın ya!” demenin daha şiirsel bir yolu varsa da ben bilmiyorum. Eğitimlerde hep gerçek hayattan örnek isterler. İşte benim bu yazı için örneğim; vazgeçtiysen, bu milletten adam olmaz lafını çok sık tekrarlıyorsan, kendini korku ve öfkeyle çepeçevre sarılmış hissediyorsan duygusal çevikliğin alarm veriyor kardeşim. Bu alarm seni durdurduysa ve değerlerinle birlikte inancını da kaybettiysen eğer, o zaman dayanıklılık da elden gitmekte. O halde ne yapıyoruz; öncelikle Ata’nın hitap ettiği muhatap mıyız ona bir bakıyoruz. Eğer cevabımız evet ise, önce kendimiz ve evlatlarımız, sonrada ülkemiz için duygusal çevikliğimizi geri kazanıyoruz. Şimdiden yol alırsak eğer, dayanıklılık (resilience) gerektiren bir durum kapıya dayandığında (ki belki de o gün bugün) çeviklik aletleri çantamız bize çok yardımcı olacaktır.
- Başarıya Meftun Olmak
EQ KOÇUNUN NOT DEFTERİ, NOT 22 Başarmak, kazanmak, doğru olanı yapmak… İçinde debelenip durduğumuz çağ ve maruz kaldığımız sistem, bu üçlemeye dönük paradigmamızı eğri büğrü etmiş gibi görünüyor. Doğru olanı yapmak için her yol mubah lafını hiç duymadım, ama başarı ya da kazanç için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Ciddi ciddi de inanarak söylüyorlar insanlar bunu. Demek oluyor ki, bu konudaki değer yargılarımız da çakmış durumda. Şunu iyice anlamamız gerek; başarılı olmak ve kazanmak aynı zamanda doğru olanı yapmak demek değildir. İnsanlık tarihi bunun örnekleriyle dolu. Üçü bir arada olduğunda tadından yenmiyor zaten. Dolayısıyla kendimizi ve birbirimizi, en çok da çocuklarımızı bu üçlemenin hakkını vermeleri konusunda cesaretlendirmeliyiz, sadece başarılı olmak konusunda değil… Başarmak ve kazanmak, adeta bir sosyal statü hâline geldi. Hayatımızı bu statü kazanma işine adanarak geçirmeye başladık; Üniversiteyi kazan (neresi olduğu fark etmez) Sınavdan geç (nasıl geçtiğin mühim değil, herkes kopya çekiyor) Sat (Ufak tefek yanıltmalar satışta mubahtır) Hedefleri tuttur (İçeriğini sorgulama, sonrasını düşünme) Terfi et (iş yaşamı bir maratondur, zaman zaman başkalarını ezip geçmen gerekir) Ürün yarat (sürdürülebilirliği olmasın ki sonsuza kadar yenisini satabil) İkna et (insanların algılarını yönet, odaklarını kaydır ve istediğini elde et) Ay yazarken bile fenalık geldi. Aslında bu döngünün içinde debelenirken de düşüp düşüp bayılıyorum ama bu esnada oturmakta olduğum için kimse fark etmiyor. Edison, Tesla’nın canına okuyor, ama kazanan oluyor. Her biri birer değer olan doğru düzgün insanlar mobbing’e maruz kalıyor, hem de zamanında doğru olanı yapmaya ve yaşatmaya değil kazanmaya odaklanarak statü elde etmiş zorbalar tarafından. Bir kısım gençler, yobaz bir çete tarafından örgütlü biçimde hile hurdayla üniversiteye sokuluyor, ironiye bak ki hiçbiri haram günah sorgulamıyor. İnsanın öğrenen bir varlık olması, bu ve benzeri tecrübeler sonrasında bir lanete dönüşüyor ve amigdala tahrikinden beslenen rasyonel beyin “bu alemin enayisi ben miyim?” demeye başlıyor. Peki sonuç ne oluyor; doğru olana değil, sadece hayatta kalmaya ve kazanmaya odaklı insanlar topluluğu… Adaletin var mı dünya? sorunsalına gelince; Adaletsizlik hepimizin ortak derdi ve fakat sadece bizim derdimiz değil. Dünya ve insanlık var olduğundan beri, hiçbir zaman adalet olmadı zaten. Dolayısıyla zihnimizdeki durdurucu etkisinden kurtulmamız şart. Bununla birlikte kendimize adaletli davranmak iyi bir başlangıç olabilir. Peki hem doğru olanı yapmaya odaklıyken hem de başarılı olamaz mıyız? Bal gibi de olabiliriz. Peki kolay mıdır? Üzgünüm ama değildir ve fakat mümkündür. Bunun için değerlerimize sıkı sıkı tutunmamız gerekir, çünkü değerlerimiz bize cesaret verir. Cesaret inisiyatifi, inisiyatif ise seçme özgürlüğünü besler. Seçme özgürlüğü başarma dürtüsünün motivatörüdür ve özdisiplini doğurur. Özdisiplin hedef belirlerken ve o hedefe doğru ilerlerken bilinçli olmamızı sağlar. Bu bilinç düzeyi ise iyi hissettirir ve bizi “Fayda Yaratarak Başarılı Olmak” hedefine yönlendirir. Yani sisteme boyun eğmek zorunda değiliz! Rol model olarak da uzaklara gitmeye hiç gerek yok. Dağ gibi Mustafa Kemal’imiz var ya bizim… Koskoca bir toplumu, enkaz hâlindeyken dönüştürmüş… Biz kurum kültürü için aynı şeyi başaramayacak mıyız yani? (ki bence asıl olan başarı hikayesi de bu olabilir).
- Hayatımın Jaws'ları
“Korku işe yarayabilir ama korkaklık hiçbir işe yaramaz.” Mahatma Gandhi Birazdan okuyacağınız hikâyeyi (ki yaşanmış bir olaydır) sizinle paylaşmamın 2 sebebi var. Bu sebeplerden ilki; duygunun fizyolojik bir kavram olduğunu ve duygu yönetiminin ilk ve elzem adımının bedensel farkındalık olduğunu vurgulama arzum. İkinci sebep ise kötü kalpli olmam. Bu yazıyı özellikle yaza saklamıştım ki deniz ve yüzme kavramına yakın olalım. Hikâyeyi Travis Bradberry ve Jean Greaves’in kaleme aldığı Emotional Intelligence 2.0 ‘da okumuştum. Kitap yanımda olmadığından aklımda kaldığı kadarıyla paylaşacağımı belirtmeliyim. Efendim hikâyemiz şöyle: Butch Connor California’da geçireceği tatilinin ilk günü sörf yapmaya karar verdi. Diğer sörfçülerden yaklaşık 40 yard kadar uzaktaydı. Güzel bir dalga yakalamak istiyordu. Sörfün üzerine uzanarak beklemeye başladı. Sağ omuzunun hizasından suya doğru bakıyordu. Bir anda tüm vücudu buz kesti. Gri bir yüzgecin yardığı su, üstüne sıçradı. O anda tüm kasları kilitlendi. Panik içinde sörfün üzerinde yatıyor, nefes almakta zorlanıyordu. Tüm dikkatini çevresine vermişti. Güneş ışığıyla parlayan yüzgeci tekrar fark ettiğinde kendi kalbinin atışını da duyabiliyordu. Kendisine doğru yaklaşan yükselti, Butch’un en büyük kabusunu görünür hale getirdi. Burundan omuza yaklaşık 4,5 m’lik bir büyük beyaz köpekbalığı ile karşı karşıyaydı. Butch damarlarına kadar hissettiği korku tarafından paralize olduğundan onu sahile ulaştırabilecek büyük dalgayı pas geçerek sörfü kıyı şeridine doğru yüzdürmeye başladı. Artık büyük beyazla baş başaydı. Köpekbalığı yarım daireler çizerek sörfün sol tarafına geçti. Butch, köpekbalığının sırtına ve yüzgecine bakarak “aşağı yukarı benim volkswagen’ım kadar” diye düşündü. Birden bire ona dokunma isteği hissetti. “Nasıl olsa beni öldürecek. Neden ona dokunmayayım ki?” diye düşündü. Fakat köpekbalığı ona şans tanımadan büyük çenesini açarak hemen bacağının altından geçti. Buch’un ayağı balığın kafasına ve sivri dişlerinin bulunduğu dudaklarına değmişti. Hemen sörfün diğer tarafından suya atladı ve adeta bir delilik nöbeti içinde köpekbalığına yumruk salladı. Köpekbalığı ağzını açıp kapatarak başını salladı. Butch’un hayatta kalma ve tehlikeden uzaklaşma iç güdüsüyle dolan zihni, onu saniyeler içerisinde bir savaşçıya dönüştürmüştü. Artık çok fazla akıl yürütmüyor sadece eylemde bulunuyordu. Köpekbalığının sersemleşmesinden yararlanarak sörfe çıktı. Üst bedeni sörfün üzerindeydi. Sörfün yönünü köpekbalığının dairelerine uygun biçimde döndürmeye başladı. Böylece sörf, kendisiyle bu yok edici arasında bir bariyer oluşturuyordu. Butch’un hissettiği büyük korku öfkeye dönüşmüştü. Köpekbalığı tekrar ona doğru yöneldiğinde sörfün burnunu balığa doğru çevirdi. Köpekbalığı ısırmak üzere kafasını sudan çıkardığı anda board ile solungaçlarını tıkadı. Sersemleyen balık uzaklaşınca sörfün üzerinde ayağa kalkıp sahile doğru “köpekbalığı!” diye haykırdı. Butch’un duyguları saldırganlık, terör ve üzüntü arasında gelip gitmekteydi. 3 çocuğu ve karısının onsuz nasıl idare edeceklerini düşünüyordu. Bu canavarla başa çıkmalıydı. Duyuları keskinleşti. Dalganın doğal sesi ile bir yüzgecin çıkaracağı sesi ayırt edebiliyordu. Yaşamak istiyordu. Bedeni de bu isteğe karşılık verdi. Kan tekrar kollarına ve bacaklarına hücum etti. Kendini son derece güçlü hissediyordu. Hissettiği büyük korku, yerini savaşma gücüne bırakmıştı. Başarabilirdi. Hem köpekbalığını kolluyor hem de dalgalara bakıyordu. Ya tekrar saldırırsa korkusuyla başa çıkmalıydı. Gelen ilk büyük dalgayı yakalayarak ona doğru yöneldi. Ve dalganın üzerinde sahile ulaştı. Şimdi tatilde denize girdiğinizde ve kıyıdan biraz uzaklaştığınızda bu hikâye aklınıza gelirse, bedeninize dikkatinizi verin. Beyin hayal ile gerçeği çok net ayırt edemediğinden, bedeniniz sanki olayla gerçekten karşılaşmışsınız gibi tepki verir. Ne hissettiğinize odaklanın. Bu hisler karmaşası içerisindeyken aklınızdan geçen düşüncelere ve bu düşüncelerden doğan duyguların düşüncelerinizin hızına bağlı olarak nasıl form değiştirdiğine dikkatinizi verin. Bu duygu formlarının bedeninizdeki etkilerine bir bakın; karıncalanma, uyuşma, ürperme ve çarpıntı. Bedeninizin verdiği mesajları alıp kabul ettikten sonra da, Türkiye sularında bu tür canavarlara rastlanmadığını hatırlayarak sakince kıyıya dönün ve tatilinizin tadını çıkarın J Ancak hayat form değiştirmiş Jaws’larla dolu biliyorsunuz. Bu Jaws’ların hayat kalitenizin sınırlarını çizmesine müsaade etmeyin. Butch’un “neden ona dokunmayayım ki?” sorusunu hep hatırlayın. Çünkü o sorunun sorulduğu an, Butch’un kaderini çizdiği andır.
- OÇKD FİAD TİFRİS STAT MÇGU İÜD
Hiç kendi kendinize “obaaaaaa” deyip sonra da deliler gibi güler misiniz? Valla ben kahkahalarla gülüyorum. Ama bu gülme hâli oldukça yeni. Önceleri kafamın çalışma biçimini çok fazla dillendirmezdim. Dillendirirsem bana aklı evvel derler diye çekinirdim. Şimdilerde ise zamanında böyle düşündüğüm için de gülüyorum kendime. Kendi kendini eğlendiren bir insanım yani. Benim kafam kodları çözmek konusunda biraz değişik çalışıyor a dostlar. Mesela kültablası kelimesini uzun bir zaman kült ablası olarak algıladım. Haydi o zaman çocuktum. Peki ya bu yazıya başlık seçtiğim ve size “bu da neyin nesi?” dedirten cümle ne olacak? O cümlenin kodlamasını çözdüğümde, üniversiteyi çoktan bitirmiş, iş hayatına atılmış koskocaman bir insandım ya hu… Bu cümlenin asıl hâlini de özellikle sona bırakacağım ki; benim, sizin gibi normal insanların kodlamalarını çözmeye çalışırken gösterdiğim debelenme hâlimle empati kurun. :-) Şunu bilir şunu söylerim; kendimizle kurduğumuz ilişkinin kalitesi, kendimize karşı beslediğimiz duygularla göbekten bağlı. Kendini bir türlü sevmeyi başaramamış insanlar, hata yaptıklarında öfkeleniyor, buhran geçiriyor, utanıyor, üzülüyor ve kendilerine acıyorlar. Böylece de tüm hayatlarını heba ediyorlar. Kendini sevmeyen ve gerçekleştirmeyen bir insanın başka kimseye de faydası yoktur haaa. Bu insanlar, kendi hayatlarıyla birlikte, etraflarındaki insanların da hayatlarını tüketirler. Kendini sevmeyi başarmış insanlar için ise, hatalar insan olmanın doğal bir sonucu. Hatalarından öğreniyor, kendileriyle dalga geçiyor, bu hatalardan öğreniyor ve yaşam kalitelerini arttırıyorlar. Bu iki tip insan arasındaki en temel farklılık ise düşünme ve yorumlama prensipleri. Öyle ya, ne düşünüyorsak oyuz. Pozitif bir zihin pozitif duyguları, negatif bir zihin ise yıkıcı duyguları doğuruyor. İyi haber ise; insanın seçme özgürlüğü olan bir varlık olması. Ne düşüneceğimize biz karar verebiliriz. Bilincimizde çöreklenerek bizi durduran, üzen, öfkelendiren ve buhrana sürükleyen düşünce kalıplarını değiştirmeye niyet etmek atılacak en mantıklı adımdır. Bu yolla sadece ruhumuza değil, bedenimize de şifa akıtırız. Gelelim benim zihnime… ben zaman zaman farklı algılıyorum ve benden farklı algılayanların da varlıklarını algılayabiliyorum. Bu durum, kendimi özel hissetmeme neden oluyor. Herkesin zihinden yapabildiği matematik işlemlerinde çok iyi değilim ve bunu çok komik buluyorum. Para hesabı yaparken çoğunlukla parmaklarımı kullanıyorum mesela. Sağ elini uzat dediklerinde, süpersonik bir hızla kalemi hangi elimle tuttuğumu kafamda canlandırıyorum sonra elimi uzatıyorum. Bu da benim süpersonik çözümler bulabilen bir insan evladı olduğumu gösteriyor ki bu çok sofistike bir şey benim için. Kendimi komik ve sofistike bulduktan sonra (bu arada şu anda da kendime gülüyorum deli gibi) bunları bir kenara bırakıp, iyi yapabildiğim şeyleri sıralıyorum. Vallahi yeküne bakınca da kendime tebriklerimi sunuyorum. Ayrıca, komik olmak, çok zeki olmaktan daha eğlenceli olabilir yani.. Ve geldik finale… Ben İstanbul çocuğuyum. Defalarca Kadıköy’den vapura bindim ve Haydarpaşa’daki ofis silolarının önünden geçtim. O siloların üzerinde yazanların, yıllarca, doğu Avrupa dillerinden biri ile denizcilere verilen bir mesaj olduğunu düşündüm. Hatta bunu çok da saçma buldum. Yine bir gün, bindiğim vapur Karaköy’e doğru yol alırken kafamı kitabımdan kaldırıp silolara baktım. İşte o an, ışığı gördüğüm andır :) Senelerce o yazıyı yukarıdan aşağıya okuyan zihnim, bir anda tarz değiştirip soldan sağa okuyuverdi. İşte benim kendime “obaaaaa” dediğim anların en kocamanı budur. Neden? Çünkü Ofis Çiftçinin Kara Gün Dostudur da ondan :) Böyle işte.. gülün fazlasıyla, kalın sağlıcakla..
- Başarılı Bir Çalışanı Muhtemel Başarısızlıkla Ödüllendirme Gafleti
Zihinsel kodlamalarımızdaki kocaman bir hata, hepimizi başarısızlıkla sonuçlanması muhtemel bir geleceğe yönlendiriyor. Hem çalışanlar hem de terfilerden sorumlu yöneticiler bu büyük hatanın kara deliğinde dönüp durmaktalar. Bu da ne ola ki? diyen olabilir diye, hemen Peter İlkesi yardımıyla yanıtlayayım: Her görevli, kendi yeteneksizlik düzeyine kadar yükselme eğilimindedir. Böylece zaman içerisinde her görev, onu yapmakta yeteneksiz görevlilerce doldurulma eğilimindedir. Bu ilkenin zihinsel kodlamalarımız ile ilgisi ise şu; işini iyi yapan herkes, o işin yöneticisi olma beklentisi içerisindedir. Öyle ya; performansın yüksekse terfi ettirilmelisindir. Takdir edildiğinin göstergesi budur. Başarı ve ödülü, statü ile bir tutan zihinlerimiz, bizi muhtemel bir başarısızlık ve en nihayetinde de mutsuzluğa sürüklüyor. Günümüzde organize edilen yönetici gelişim programları, bu tehlikeyi büyük ölçüde elimine ediyor gibi görünüyor. Yani pek çok kurum, başarılılardan oluşturduğu yönetici aday havuzlarına büyük yatırım yapıyor. Bu programları başarıyla tamamlayanlar bekledikleri ödüle sahip oluyorlar. Bununla birlikte, o havuzda olmasına rağmen beklentisi karşılanmayan çalışan genellikle kaybediliyor. Çünkü o çalışana, yönetici olmanın dışında da ödüllerin ve menfaatlerin olabileceği fikri aşılanmıyor. Neden? Çünkü olmayan bir şey aşılanmaz da ondan. Başarının yeni psikolojisi adlı çalışma (C. Dweck ve C. Mueller), insanlara, kişi takdiri yerine süreç takdiri verildiğinde, gelişen zihnin güçlendiğini gösteriyor. Örnek verecek olursak; bir çalışana “zekana hayranım, çok iyi iş” demek yerine “bu projenin başarısı için gerçekten çok çaba sarf ettin” diyerek onun çabasını takdir ettiğimizde; yeteneklerin, kendini adama ve çaba ile gelişebilir olduğuna ilişkin bir inancı desteklemiş oluyoruz. Sadece kişisel takdir ise, başarının doğuştan gelen bir yeteneğe bağlı olduğu inancını kuvvetlendirmekten öteye gitmiyor. Sürekli kişisel takdir alan çalışanlar, terfiyi doğal bir hak olarak görmekle kalmayıp, başarısızlıklarını da yeteneklerinin yetersizliği olarak algılıyorlar. Sonuç olarak kişi özdeğerini sakatlıyor, kurum da iyi bir çalışanından oluyor. Bizler, muzaffer komutanlardan başarısız diplomatlar, parlak öğretmenlerden vasat okul müdürleri, cevval satışçılardan personeli mutsuz eden satış yöneticileri, başarılı sporculardan yetersiz antrenörler vs.. yaratıyoruz. Tüm bunları yaratırken, muzaffer komutanları, parlak öğretmenleri, cevval satışçıları ve başarılı sporcuları kaybediyoruz. İşin en kötü tarafı onlar da kendi zihinlerindeki “başarılı ben” imajını kaybediyorlar. Ama olsun, onlar yönetici oluyorlar öyle değil mi?
- İnsan Olarak Doğulur mu? Yoksa İnsan Olmak Öğrenilir mi?
Kabul ediyorum; zor bir soru oldu. Hatta biraz da sert oldu galiba. Ama, hoşumuza gitsin ya da gitmesin, bizler öğrenen varlıklarız. Dünyaya geldiğimiz andan itibaren, içine doğduğumuz insan topluluğu tarafından, onlara benzemek üzere eğitiliyoruz. Öyle ya; her bebek konuşma yeteneği ile doğar ve ona konuşmayı öğretenler var ise bu yeteneğini kullanabilir. Çıplak bir topluma doğduysanız çıplak gezersiniz, tokalaşmak yerine burnunu karıştırıp haykıran bir toplumdaysanız da parmağınız burnunuzda gezersiniz. Aslında konuyu sadece davranışsal boyut ile de sınırlamamak gerek. Çünkü insan; biyolojik, psikolojik ve sosyo-kültürel bir varlık. Dolayısıyla, sadece davranışlarımız değil, kinestetik ve biyolojik yetilerimiz de içine doğduğumuz insan topluluğundan etkileniyor. Peki ya tüm bunların yürütülmesinden sorumlu beynimizin işlenmesi, insanlar dışındaki farklı dünyevi varlıkların elinde olsaydı? İşte size literatüre geçmiş bir örnek: 1920’de J.A.L.Singh tarafından bir kurt ininde uyurken bulunduklarında, Amala 1.5, Kamala ise 8 yaşındaydı. Kurtlar tarafından büyütülmüşlerdi. Bu çocukların davranışları da görünümleri de kurt gibiydi. Dört ayak üzerinde hareket ediyorlardı ve dizleriyle avuç içleri nasır bağlamış durumdaydı. Çiğ ete bayılıyorlar ve fırsatını bulduklarında çalıyorlardı. Suyu dilleriyle içiyor ve yiyeceklerini çömelmiş vaziyette yiyorlardı. Dilleri kalındı ve dudaklarından dışarı sarkmış durumdaydı. Kurt gibi soluyorlardı. Gece yarısı asla uyumuyor, sinsi sinsi av arar gibi dolaşıyor ve uluyorlardı. Bir sincap gibi çok hızlı hareket ediyorlardı ve onlara yetişip yakalamak çok zordu. İnsanlardan tümüyle uzak duruyorlar ve hatta fazla yaklaşan olursa dişlerini gösteriyorlardı. İşitme duyuları son derece gelişmişti. Koku hisleri ise, bir etin kokusunu çok uzaklardan bile alabilmelerini sağlıyordu. Gündüzleri çok iyi göremezken geceleri daha iyi görebiliyorlardı. 1921 yılının Eylül ayında hastalandılar ve Amala öldü. Amala öldüğünde, Kamalanın gözünden sadece 2 damla yaş geldi ve bu esnada yüzünün ifadesinde hiçbir değişiklik yoktu. Singh, Kamala’yı elinden geldiğince eğitti. İki yılda ona yürümeyi ve tuvalet eğitimini verdi. Bu süreçte bile Kamala, heyecanlandığında veya korktuğunda dört ayak üzerine geliyordu. Üç yıl kadar sonra, yaklaşık bir düzine kelime öğrenebilmişti. Elbette telaffuzu yaşıtlarının çok gerisindeydi. Kelimelerin de genellikle yarısını söylüyordu. Sadece 17 yaşına kadar yaşadı. İşte böyle; biz insanlar, aynalarımız, yani birbirimiz olmadan ben olamıyoruz. Charles H. Cooley, “Ayna Benlik” kuramını “insanların bizi nasıl gördüğünü düşünmemize yarayan benlik imajıdır” şeklinde tarif ediyor. George H. Mead da, benzer şekilde, diğerlerinin rolünü alarak kendimizin farkına vardığımızı belirtiyor. Çocuklar ise, sınırlı toplumsal tecrübeleri nedeniyle, bunu taklit etme yoluyla yapıyorlar. Yani birbirimize öğretmekten vazgeçersek yokuz. Sözün özü; diğerleri olmadan “Kendim”, kendim olmadan da “ben” olamayacağımızı asla unutmayalım derim. Çünkü, ancak bu şekilde biyolojik anlamda insan olarak başlayan hayatımızı, varoluşsal anlamda da insan olarak sürdürebilmemiz mümkün. Sürdüremezsek, neandertal atalarına özlem duyan grupların elinde tarumar oluruz. Benden söylemesi.
- İş Yerinde Pozitif İletişim
Kim Cameron’ın Losada & Heaphy ile 2004 yılında 60 üst düzey yönetici arasında yaptığı bir araştırmada; pozitif iletişimin; verimlilik, müşteri memnuniyeti ve ekipleri yönetme becerileri arasındaki ilişki araştırılmıştır. Bu araştırma ekip içi iletişim tarzlarının ve performanslarının habersiz olarak gözlemlenmesi ile gerçekleştirilmiştir. Araştırma sonucunda ortaya çıkan bazı tespitler şunlardır. * Kurumsal performansı etkileyen en önemli ve diğerlerinden iki kat daha fazla güce sahip olan tek faktör, “pozitif yorumların negatif yorumlara oranı” (5.6/1) olarak tespit edilmiştir. * Bu yüksek performans gösteren kurumlarda ekip üyelerinin soru sorama ve başkalarının görüşlerini alma gibi sorgulama ifadelerinin sayısı ile bir durumu savunma ya da açıklama gibi savunma ifadeleri arasında bir denge görülmüştür. * Pozitif iletişim, çalışanların kurumlarına bağlılıklarını artırmış ve birlik olmalarını sağlamıştır. * Pozitif iletişimin artması; planlı bilgi alışverişlerinin yapılmasına, daha fazla işgücünün devreye girmesine ve daha yüksek bir enerjinin kullanılmasına imkan sağlaması nedeniyle, verimliliğin ve performansın artmasını sağlamaktadır. * Ayrıca araştırmacılar, her negatif yoruma karşı yapılan 3 ila 8 pozitif yorumun kişileri daha yüksek performans derecesine ulaştırdığı görülmüştür. * Benzer sonuçlar aile ve okul yaşamında da karşımıza çıkmaktadır. Pozitif İletişimin her ortamda ne kadar önemli olduğunu vurgulamak için böyle araştırma sonuçlarına ihtiyaç olmadığını düşünüyorum. Çünkü bizim kültürümüzde “iyi düşün iyi olsun”, “tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır” gibi özlü sözler ve nasihatler çok boldur. Sanırım bu noktada cevaplanması gereken iki soru var. * Pozitif İletişim Nedir? * Bunu nasıl sağlayabiliriz? Pozitif İletişim için işyerlerinde olumsuz ve eleştirel değil de, olumlu ve destekleyici bir tarz kullanılmasıdır diyebiliriz. Bu tarz, Pozitif Kurumsal İklimin en önemli unsurudur ve kurum kültürü hâline gelmelidir. En üst yöneticiden, kurumda geçici olarak çalışan stajyere kadar her birey de bu kültüre sahip çıkmalıdır. “Bunu nasıl sağlayabiliriz?” sorusuna aradığım cevap esnasında karşılaştıklarımı paylaşmak isterim. * Duygusal Zeki / Pozitif İletişimin hâkim olduğu bir kurum kültürünün yaratılması, kararlılıkla sürdürülmesi, * Kişilerin kendilerini en iyi şekilde tanımaları, * Destekleyici iletişimden etkin olarak yararlanmalarıdır. Destekleyici iletişim; * Etkin geribildirim yoluyla gelişimi sağlar. * Sorun ya da rahatsızlık veren konuları “kaybeden yok” sonucuna götürecek şekilde çözer. * Sistemin ve kurumun gelişimini sağlar. Olumsuz geribildirimlerin verilmesi gereken anlarda ise “tanımlayıcı iletişim” etkili olacaktır. Bu konuda “ben dili” yaklaşımından yararlanarak üç adım atılabilir. * Durumu ya da olayı değerlendirmekten ziyade tanımlamak, durum tespiti yapmak. * Suçlamaktan, bir sonuca varmaktan ziyade, durumla ilgili objektif sonuçları ve / veya hissedilen duyguları ifade etmek. * Kim ya da hangi taraf haklı olduğunu aramak yerine, kabul edilebilir, uygulanabilir, seçenekler sunmak. Pozitif iletişimi, iletişim refleksi haline getiren kişi ve kurumlar her şeyden önce iş ve özel yaşamlarını anlamlı hale getirirler. Bu anlamda; pozitif iletişim, iş ve özel yaşamınızda doyuma ulaşmanın en etkin metotlarından biridir.
- Duygusal Zekâ Bileşeni Olarak Özbilinç ve Çatışma Yönetimi
EQ KOÇUNUN NOT DEFTERİ, NOT 20 Size bir iyi bir de kötü haberim var; 1. Herkes duygusal zeki olabilir 2. Herkes duygusal zeki olabilir İlk haberimi duygusal zekânın geliştirilebilir olduğunu hatırlatmak için verdim. Kaderî bir durum değildir yani… Üstelik nöroplastisite sayesinde, öğrendiğimiz ve deneyimlediğimiz her şeyin beynimizin yapı ve fonksiyonlarında değişiklik yarattığını biliyoruz artık. Ve fakat, çatışma yaşadığımız muhatabımız da şaşırtıcı bir biçimde duygusal zeki olabilir ki, bu da ikinci haberim oluyor. Çünkü duygusal zeki olmak, %100 iyi bir insan olmak anlamına gelmez. Mutlaka karşılaşmışsınızdır; tertemiz bir yüreğe sahip pek çok kişi -ki biz onlara iyi kalpli diyoruz- özdeğer ve özsaygı konusunda yaralı oldukları için pek çok münakaşanın mağlup tarafı olmuşlardır. O zaman şunu asla unutmayıp zihnimize not etmeliyiz; “münakaşaları haklı olanlardan ziyade güçlü olanlar kazanır”. Hem haklı hem güçlüysek işte o zaman ballı lokma tatlısı olur elbette. Bu anlamda, hayatı bir Star Wars senaryosu gibi yaşadığımız metaforunu tekrarlayayım. Aynı bilginin yani gücün aydınlık tarafında da olabiliriz, karanlık tarafında da… Bu noktada devreye seçme özgürlüğümüz girer. Elbette çatışma hâlinde olduğumuz ya da olacağımız birey de aynı özgürlüğe sahiptir ve bence bunu hiç unutmamalıyız. Elinde yeşil ışın kılıcı olan da, kırmızı ışın kılıcı olan da, isabetli öz-değerlendirme, empati, sosyal bilinç, ilişki yönetimi ve diğer bileşenlerin ustası olabilir. Empatiyi özellikle örnek olarak kullandım. Çünkü empati, karşımızdakini anlama çabasındaki ustalığımızdır. Her zaman iyi niyet içermesi gerekmez. Bir yetenektir ve nasıl kullandığımız bize bağlıdır. Güç; metodu ne olursa olsun, kendisine ulaşabilen herkese kudretini verir, seçmez... Bu yüzden bir savaşçı için muhakeme yeteneğini geliştirmek çok çok önemlidir. Çünkü zor olan karanlık tarafa geçmek değil, aydınlık tarafta kalmaktır. Duygusal Zekâ söz konusu olduğunda Güç; duygudur (e-motion.. yani energy motion). Yani çatışma sırasında gücümüz duygularımızdır. Bizler, duygunun saf hâlini değil, düşüncelerimizden doğan yorumlarımızla şekillenmiş hâlini kullanırız. Yüce Mevlana’nın deyişiyle; gül düşünür gülistan, diken düşünür dikenlik oluruz. Düşüncelerimizin dizginlerini elimize alıp yorumlarımızı özgürleştirebilirsek, duygularımız; esenliğe ve her alanda galibiyete götüren rehberimiz olur. Bahsettiğim galibiyetin bilinen en basit metodu, duygusal ve sosyal zekânın bileşenlerine hâkim olabilmektir: * Kendini Tanı (öz-bilinç, kişisel farkındalık, duygusal farkındalık) * Kendini Yönet (özyönetim) * Karşındaki(ler)ni Tanı (sosyal farkındalık) * İlişkilerini Yönet Bu bileşenleri etkin bir biçimde kullanır ve süreçte öğrendiklerimizi hem kendi yaşamımıza hem de çevremizdekilerin yaşamına olumlu katkı sağlayacak biçimde kullanabilirsek aydınlık taraftaki duygusal zekiyiz işte. Çünkü duygusal zekâ, duygusallık ya da duyguların esiri olmak değil, tam aksine onların efendisi olmaktır. Başka bir deyişle; Duyguyu fark ederek yönetip, sonucunda da kendimize ve karşımızdakine zarar vermeyecek bir aksiyon alabiliyorsak duygusal zekiyiz demektir. Duygusal Zekâ söz konusu olduğunda asıl olan kendimizizdir. Yani “kendin olma ve kendini anlamlandırma” adımının hakkını vermezsek, karşımızdakini anlama ve ilişkilerimizi yönetme adımında güdük kalırız. Kabul ediyorum; “ben kimim?” sorusu dünyanın en kazık sorusudur. Ama eğer biz bu konuda bir cevap bulamazsak, bizim yerimize karşımızdakiler bulacaktır. Biz de başkalarının bizimle ilgili yargılarını kimliğimiz olarak kabullenmek zorunda kalırız. Bu yargılar aynı zamanda insanların bizimle ilgili beklentileridir de... ve biz, es kaza bu beklentileri özde karşılayacak insan değilsek, kendimizi çatışmaların içinde buluruz. O zaman şunu da unutmayalım; duygusal zekâ bizi sadece çatışmanın galibi yapmakla kalmaz, çatışmanın oluşmasını da engeller. Ben Stefan Zweig’e bayılırım biliyor musunuz? “Bir kez kendini bulmuş olan kişinin, bu yeryüzünde yitirecek bir şeyi yoktur artık. Ve bir kez kendi içindeki insanı anlamış olan, bütün insanları anlar.” der ve beni mest eder. O zaman bir galibiyet ise hedefimiz, ilk adımımız kendimiz…
- Arnold "i'll be back" demişti-Bir Özbilinç Yazısı
EQ KOÇUNUN NOT DEFTERİ, NOT 19 Arnold (Terminator) "i'll be back" demişti... Geldi mi ki gitsin de dönsün diyebilirsiniz. Haklısınız da… Ama biraz önce izlediğim belgesele göre çoktan geldiler, sadece benlik algıları yok (bir prototip dışında). Yani şimdilik… Evet; tahmin ettiğiniz üzere, yapay zekaya sahip robotlardan bahsediyorum. İnsan kendi türünün zekasını ve bileşenlerini tam olarak keşfedememişken yapayına merak saldı. Merak salmakla kalmadı bir de yaptı. Şimdilik sınırlı yeteneklere sahip olduklarını düşünüyordum ancak yanılmışım. Çünkü izlediğim örnek, biçim olarak insana benzememekle birlikte kendinin farkında olduğunu gösteren işaretler veriyordu. Normalde etrafında olup bitenleri fark eden ve tepki veren robot, kendisinin nasıl göründüğünü betimlemeye başlamış. Böylece duygusal zekanın en önemli bileşenlerinden birinde yol almaya başlamış oluyor bu robot arkadaşımız; özbilinç… Özbilinç, belki de üzerinde en çok konuşulan duygusal zeka komponenti. Üstelik bu konuşmalar yeni de değil. Apollon tapınağının girişinde “kendini bil” yazılıdır. Belli ki bu yazı oraya nakşedilmeden önce de insanlar kendilerini aramaktaydılar ve bu arayış halen sürüyor. Sanırım insanlık kendini bilme yolculuğundan sıkıldı ve kendini bilirken bize de haddimizi bildirecek yapay zekalar üretmeye karar verdi. İnsanın kendini bilme yani fark etme hâlinin zamanda oryantasyonu hayli ilginç. Çünkü özbilinç, sadece bu ânı değil, geçmişi ve geleceği de kucaklıyor. Geçmişteki ben’i biliyor, andakini yaşıyor (bilinçli ya da bilinçsiz), gelecektekini hayal ediyoruz. Böylece benliğimizi tanımlayabiliyor, belli oranda idrak ediyor hatta konumlandırabiliyoruz. Hedeflerimizi de bu yolla belirliyoruz. Yapabileceklerimizi, yapamayacaklarımızı, ne yapmamız gerektiğini ve neticede ne şekilde iyi hissedeceğimizi tasarlıyoruz. Ancak şunu da unutmamak gerek; varlığımızı hissetmek için başkalarından temas iletisi almaya odaklanıyoruz. Tepki aldığımız sürece varlığımızın sağlamasını yapıyoruz. Peki yapay zekaya sahip robotlar ne durumdalar? Onlar sürece andan başlıyorlar. Şu an için kendilerinin farkındalar. Geçmişlerini ne şekilde konumlandırıyorlar bilemiyorum ama gelecekle ilgili hayal kurmadıkları kesin. Yani en azından onları yapanlar bu düşüncedeler. Onlar hayal kurmuyorlar, verilerle hareket ediyorlar. Ancak eylemleri şu an için görev odaklı. Karar veriyorlar ancak bu kararları henüz varlıklarını sağlama almak gibi ihtiyaçlardan beslenmiyor. Temas iletisi umurlarında mı bilmiyorum, hatta bir umurları var mı onu da bilmiyorum. Ancak verileri bu hızda ve başarıyla işleme yetenekleri gelişmeye başladıkça, duyguların algoritmasını da çıkaracaklarına eminim. Peki ben bu yazıyı neden yazdım? Öncelikle belgeseli izlerken suratımın aldığı şekil yüzünden olabilir. Bunun yanında, sanayi devriminin gelişmiş bir sürümünün yaklaştığını düşündüğüm için yazdım. Bir de yapay zekaya pabuç bırakmaya niyetim yok diyen amygdalam harekete geçmiş durumda. Çünkü belli ki tamamımızın diplomalarının son kullanma tarihi geldi gelecek… Terminatör karşımıza dikilip de “i’ll be back” dediğinde “asıl sen bi bak” diyebilmemiz için, özbilinç konusunda ciddi yol almamız gerek. Bu anlamda, özbilinçden beslenen tasavvur kasımızı güçlendirmek ve tasavvur ettiklerimizi hayata geçirecek özdisiplin konusunda kararlılıkla ilerlemek, bugün yapabileceğimiz en akıllıca şey.


















