top of page

Arama Sonuçları

Boş arama ile 751 sonuç bulundu

  • Otomatik Pilot’unuza Sahip Çıkın

    EQ KOÇUNUN NOT DEFTERİ, NOT 18 “Bir alışkanlığın başlangıcı görünmez bir iplik gibidir; ama o hareketi her tekrarlayışımızda ipliği sağlamlaştırırız, ona bir elyaf daha ekleriz, sonunda kap kalın bir kablo olur, düşünce ve hareketlerimizi geri dönülmez biçimde bağlar.” Orison Swett Marden Zihinsel Otomatik Pilot kavramı; abartmalara ve yanlış anlaşılmalara kurban oldu olacak... Bu yüzden bu konuya açıklık getirmekte fayda var. Otomatik Pilot, üzerinde kafa yormaksızın yaptığımız eylemler sırasındaki zihinsel hâlimiz için kullanılan bir kavram oldu. Kabaca; insan yapımı makinaların, insan güdümü olmaksızın ve fakat önceden programlanarak kendi işini kendi görmesi işine verilen adın, zihinsel hâlimize de verilmiş olması ne enteresan değil mi? Ancak buradan şu sonuç da çıkıyor; demek ki otomatik pilot sanıldığı kadar kötü bir şey değil. Öyle olsaydı kimse uçağa binmezdi bence 😊 Mindfulness (bilinçli farkındalık) yolculuğunun ilk adımı; otomatik pilotun bilinçli farkındalığıdır. Burada bilinçli farkındalığın altını özellikle çiziyorum çünkü bilinçli farkındalıkla didişmek arasında oldukça büyük bir fark var. Mindfulness, yok saymak ve savaşmak yerine yaklaşmayı öngören bir yöntemdir. Dolayısıyla didişmek külliyen hatadır. Üstelik Otomatik Pilot şahane bir zihin hâlidir. Aksi taktirde, otomobilimizi ehliyet kursundaki ilk gün gibi kullanırdık. Her şeyin feci halde farkında olurduk; elimizin altındaki direksiyonun, ayaklarımızın altındaki debriyaj, gaz ve frenin... Günün sonunda da bu yüksek farkındalık?! sayesinde “otomobili sırtımızda taşıdık” hissiyatını elde ederdik. Bu noktada şuna da dikkat çekmek istiyorum; eğer ister ve niyet edersem farkındalığın ne kadar fena bir şey olduğunu da ispat edebilirim. Tam da bu sebeple farkındalık yerine bilinçli farkındalık demeyi tercih ediyorum. Otomatik Pilot, hayatın akışı içerisinde olması gerekenleri alışkanlık hâline getirmemize, bu yolla da dikkatimizi başka şeylere verebilmemizi sağlıyorsa şahane bir biçimde çalışıyor demektir. Burada dikkat edilmesi gereken husus; tıpkı bir pilot gibi gerektiğinde “I have control” diyebilmek ve otomatikten manuel’e geçebilme esnekliğine sahip olabilmektir. Otomatik Pilot kontrolün sadece onda olmadığını açık ve net bir biçimde bilmelidir. Aksi taktirde düşüncelerimizi de kontrol altına almaya çalışacaktır. Alışkanlıklar düşünceleri, düşünceler de duyguları tetikler. Tüm bunlar bir araya gelip duyguları yoğunlaştıran modellere dönüşürler. Ve olan olur; kontrolümüzü kaybederiz, daha doğrusu kumanda düğmesi otomatik pilotta takılı kalır. İşte Mindfulness yani bilinçli farkındalık bu noktada devreye girer. Amaç; zihnimizin gerisinde çalışmakta olan programlardan (ki onlara bir izin vermiştik) bazılarını kapatmayı öğrenmektir. Kapatmayı öğrenmenin yolu ise, neyi kapatacağınızı bilmekten geçer. Yani sihirli sözcük yine ve her zaman “denge”dir. Otomatik Pilot sayesinde, işleyen belleğimizi alışkanlıklar oluşturarak geliştirme olanağına sahibiz. Dolayısıyla ondan kurtulmamız gerekmiyor, sadece doğru çalışmasını sağlamamız gerekiyor. Mindfulness yani bilinçli farkındalık öğretisinin hedefi de tam olarak bu…

  • Kafanızın İçinde Konuşan Kim?

    EQ KOÇUNUN NOT DEFTERİ, NOT 17 “Bütün fikirler çoktan beynin içindeler; bütün heykellerin mermerin içinde oldukları gibi” Carlo Dossi Konuya bu kez sondan başlamak istiyorum. İçimde şu anda kim var peki ve ben bu kararı nasıl aldım? Bence dedem var. Onun huyuydu; önce sonucu söyler sonra da etraflıca açıklamasını yapardı. Sistem böyle çalışıyor dostlar; bugün çocuklarınıza söylediğiniz ve başkalarının söylediği her şey (okul, bakıcı, TV vs…), yetişkin olduklarında onların iç sesleri yani düşünceleri ve yorumları olacak. Bu iç seslerin bir kısmını duyduklarından aynen kopyalarken, bir kısmını kendi sentezleri ile oluşturacaklar. Fakat çıkış noktaları sizin seslendirdikleriniz olacak. Duyguları bu düşüncelerden doğacaklar. Bu duygular da sosyalleşme sürecindeki yol göstericileri olacak. Sizden temas iletisi almak ya da ilişkinizin sınırlarını fark etmek için kullandıkları bütün teknikleri, yetişkin olduklarında da kullanmaya devam edecekler. Doğruyu yanlışı, iyiyi kötüyü, erdemi erdemsizliği, hayata karşı duruşlarını ve hatta inanç ve beklentilerini belirlerken referans aldıkları; sizin onlara söyledikleriniz ve davranışlarınız olacak. Ya aynen kopyalayacaklar ya da tepki olarak tam tersini benimseyecekler. Ama referans noktası her şekilde siz olacaksınız. Şimdi kendimize dönelim. Özellikle kriz anları, içimizde kimlerin olduğunu tespit edebilmek için çok uygundur. Çünkü böyle anlar, o durumun negatif etkilerinden kurtulmak için en fazla düşündüğümüz anlardır. Kafamızın içinde bir anda cümbüş olur. İç sesimiz gevezeleşir. Yaptığımız her bir yorum, duygu dünyamızda belirgin değişikliklere sebep olur. Endişe öfkeye, öfke üzüntüye, üzüntü çaresizliğe, çaresizlik cesarete doğru devinip dururken birden bir şey olur. İçimizdeki seslerden biri yüksek sesle bağırır. Onu duyar ve itaat ederiz. Bu itaat hâli bazen zaferi kucaklatır, bazen de hezimete uğratır. Böyle anlarda, kafanızın içinde dönüp duran düşüncelerinizi tek tek yakalamaya odaklandığınızda ise ışığı görürsünüz. “aman kızım sen hanım ol” diyen bir anneanne, “ayıp, yasak, günah” diyen bir komşu kadın, “vur gözünün üstüne” diyen bir amca, “her ne yaparsan yap onurunu ayaklar altına aldırma” diyen bir baba… Peki bunu neden mi yapıyoruz? Nedeni çok basit… Karşılaşmak ve kendi iç sesimiz ile, onu sembolize eden üzerinden iletişim kurmak için. İçinizdeki amca sese “ben kimsenin gözünün üstüne vurmak istemiyorum, ne şimdi ne de sonra” diyebilmek, bundan sonra yaşayacağımız krizlerde o amcanın sesini kısmanın bir yoludur. Onu tamamen yok edebilmek zordur, ancak onu bir kez yakaladığınızda artık sizden asla saklanamayacaktır. Bu da öz-denetim ve öz-yönetim konusunda hatırı sayılır ölçüde yol kat etmemize sebep olur. Ve evet, önce kendimize sonra da birbirimize karşı sorumluyuz. Hepimiz birbirimizin kafasının içindeyiz. En çok da çocuklarımızın…

  • Duygusal Zeki misiniz Gerçekten?

    EQ KOÇUNUN NOT DEFTERİ, NOT 14 “Aklını kullanan insanlara nadiren rastlanır, iyi kalpli insanlar az sayıdadır ve her ikisinin birden bulunduğu insanlar ise eşsizdir.” Rita Levi Montalcini Bilirsiniz; hemen hemen herkes kendine test uygulamayı sever. Magazin dergilerindeki “romantik misiniz yoksa tam bir realist mi?” gibi testlerden tutun da; bir resim, bir renk, bir hayvan seçmek suretiyle benliğimizin bir kısmının görünür hâle geleceğine inandığımız tüm paylaşımlar gösteriyor bunu. Sadece bir renkler dizgesi seçtiğiniz için “siz çok sofistike bir insansınız” diyebilen bu testlerden ziyade, “ay vallahi doğru, tıpkı ben” şeklinde heyecanlanan insanları çok daha sevimli bulduğumu belirtmek isterim. Bölünmüş benlikleri ile bir bütün olmaya çalışan günümüz insanı için, görünür olmanın yollarından biri de bu olabilir. Aynı prensip günümüzün en önemli kapasitelerinden biri olarak kabul edilen duygusal zekâ seviyesi için de geçerli. Bugün, istisnasız herkes duygusal zekâ’yı önemli buluyor ve bazen gizil bazen de açık bir şekilde kendi kapasitesini merak ederek bir takım testlere başvuruyor. Ancak üzülerek söylemeliyim ki, bu testler içerisinde gerçeğe yakın sonuçlar verebilenler belli bir bedeli ödemeyi gerektiriyor. Emotional Intelligence 2.0 kitabının yazarı Dr. Travis Bradberry bu anlamda harika bir iş yapmış. TalentSmart’ın test ettiği milyonlarca insandan gelen veriyi analiz ederek yüksek bir EQ'nuz olduğundan emin olabileceğiniz işaretleri ortaya koymuş. Onun tespitlerini sıralarken, her bir tespitin bizdeki karşılığını yorumlamaya gayret edeceğim. 1. Zengin bir duygu sözlüğüne sahip olmak Öncelikle şu hususu tekrar belirtelim; insan düşünen duygusal bir varlıktır. Dolayısıyla herkes duyguların tamamını tecrübe etmek konusunda ehildir. Elbette bu becerinin hakkını vermek konusunda sıkıntı yaşayan “aleksitimi” vakalarını bu tasnifin dışında tutuyorum. Ancak, yapılan araştırmalar insanların sadece %36’sının, duygularını doğru bir biçimde tanımlayıp etiketlendirebildiğini göstermiş. Verimsiz eylemlerin ve mantıksız seçimlerinin en büyük sebebi de bu. Duygusal Zekâ kapasitesi yüksek olanlar, etiketleme konusunda başarılı oluyorlar. Hissettiklerini ifade ederken “iyi veya kötü” yerine “öfkeli, mutlu, endişeli” gibi tabirler kullanıyorlar. Duygunun adını koymak, iç-görümüzün ve bu konudaki farkındalığımızın yüksek olduğu anlamına gelmektedir. Ancak bu şekilde, tam olarak nasıl hissettiğimize, bu hisse neyin sebep olduğuna ve bu konuda ne yapmanız gerektiğine odaklanabiliriz. 2. İnsanlarla ilgili olmak ve önem vermek Bu kapasite, empati anlamında hangi seviyede olunduğunu göstermektedir. İnsanlarla daha doğrusu insanlıkla ilgili olmak, onların ihtiyaçlarına duyarlı olmak her şeyden önce bütünün şifalandırılması anlamında önemlidir. Dr. Daniel Goleman, Ekolojik Zeka adlı kitabında özellikle bu kapasiteye büyük yer ayırmış durumda. Çünkü sosyal varlık olan insan, yakın ve uzak çevresinde bulunan tüm insanları etkilemekte ve etkilenmektedir. Birbirimizin duygu dünyasını etkiliyor ve etkileniyoruz. 3. Değişikliğe ve Değişime Açık olmak Duygusal olarak zeki olan insanların, adaptasyon ve esneklik konusunda başarılı olduğunu artık hepimiz biliyoruz. Burada asıl önemli olan husus şu; değişimden korkmak, mutluluğun ve başarının önündeki en büyük engellerden biridir. Korku duygusunun kudreti taktire şayandır, bilirsiniz. Korku sadece hayatımızı felç etmekle kalmaz, bir sürü yıkıcı duyguyu da yavrular. Duygusal zeki insanlar, bu duygunun yönünü çevirmekte başarılılar. Onlar değişimden değil, değişimin nimetlerinden faydalanamamaktan korkmayı seçtikleri için, değişimden kaçmak yerine bu değişimler karşısındaki konumlarına yönelik eylem planlarına yönelirler. Dolayısıyla bakış açıları da niyetleri de pozitiftir. 4. Güçlü ve zayıf yönlerin farkında olmak Yüksek bir EQ'ye sahip olmak demek, güçlü yönlerimizi bilmemiz ve bunlardan nasıl istifade edeceğimize ilişkin fikrimizin olması demektir. Bunun yanında, görece zayıf yönlerimizin (duygusal ve davranışsal olarak) güçlü yönlerimizin aşırıya kaçarak oluştuğunu bilmek ve güçlü yönleri ehil hâle getirmenin zayıflıklarla mücadelenin en etkin ve konforlu yol olduğunu fark etmek gerekir. Bunun ötesinde, herkes her konuda mükemmel değildir. Duygusal zeki insanlar, mükemmel olmadıkları noktalarla boğuşmak yerine, gerçekten iyi oldukları alanlara odaklanırlar. Öz-şefkat kasları gelişmiştir. Kendilerine zaman tanıyabilirler. 5. İnsan sarrafı olmak Duygusal zekâ ile sosyal farkındalık el eledir. Empatinin pozitif evriminin sonucu olan bu kapasite, zamanla, çevremizdeki insanların ihtiyaçlarını, davranışlarının altında yatan sebepleri, değerlerini ve motivasyon kaynaklarını anlamamızı sağlar. Ancak bu kapasitenin hakkını verebilmek için, Jiddu Krishnamurti’nin deyimiyle “yargılamadan gözlem yapmak” konusunda yol almak gerektiğini belirtmeliyim. Aksi taktirde duygusal zeki değil, insanlar hakkında ahkam kesen hadsizler oluruz. 6. Sağlam duruş Öz farkındalık ve öz bilinç konusunda gelişim göstermiş insanlara sataşmak zordur. Laflar, imalar ve hatta yaralayıcı bakışlar, bu insanların bedenlerine çarpıp geri döner. Kendileriyle ilgili karanlık veya aydınlık her bilgiye açık olan insanların özgüvenleri de yüksektir. Kendinden hiçbir şey saklamayarak, her taşın altına bakmış olan bu kişiler, kendilerinde karşılığı olmayan hiçbir hakareti kişiselleştirmezler. Hatta, kendileriyle dalga geçme konusunda başarılıdırlar. Benim ölçülerimde, “kendiyle dalga geçme becerisi” bir insanın kendisine verebileceği en büyük hediyedir. 7. Kendine ve başkalarına hayır diyebilmek Öz-kontrol ve öz-denetimin önemini hepimiz biliyoruz. Hazzı ertelemek için kendine hayır diyebilen insanları hep taktirle karşılamışımdır. Belki kendimize hayır diyebilmenin ötesinde başkalarına neden hayır diyemediğimizi düşünmek gerek. Yapılan araştırmalar, hayır derken ne kadar zorlanıyorsak, depresyon ve strese o kadar yaklaştığımızı gösteriyor. Duygusal zeki insanların, hayır demek konusunda zorlandıkları durumlar için alternatif tabirler geliştirdikleri görülmüş. “bunu yapabileceğimden emin değilim” ya da “yapabileceğimi sanmıyorum” gibi.. Yeni bir taahhüde hayır diyerek, mevcut taahhütlerini yerine getirmeyi seçmişler. 8. Hatalara takılmamak Bu davranış biçimi, zihnimizin zamanda oryantasyonu ile de yakından ilgilidir. Bir hata yaparız, herkes o hatayı unuttuğunda bile biz onu zihnimizde hâlâ taze tutarız. Hatalardan kaynaklanan utanma, kendini değersiz ve yetersiz hissetme gibi duygular bizi yer bitirir. Bu hâl yeni adımlar atmamızı da çoğu zaman engeller. Duygusal zeki insanların ise, herhangi bir hata yaptıklarında bunu unutmadıkları fakat hatadan kaynaklanan duygunun kendilerine yapışmasına izin vermedikleri görülüyor. Hata sonrası beliren duyguyu, bir daha benzeri bir hatayı tekrarlamalarına engel olacak biçimde dönüştürmeyi başarıyorlar. Tutundukları düşünce ise, genellikle her hatanın bir fırsat olduğu fikri… 9. Karşılıksız vermek Biz buna diğerkâmlık diyoruz. Diğerkâmlık; hiçbir kişisel kazanç ya da mükâfat beklentisi olmaksızın sadece yardım etme arzusu ile motive edilmiş saf bir yardım etme davranışını ifade eder. İnsanların büyük bölümü mantıklı egoistlerdir. Yani her birey, özde kendi iyiliğine hizmet edecek olan şeyleri kollar. Ama mantığıyla görür ki; sadece diğer kişilere karşı iyi olduğu müddetçe istediğini elde edebilecektir. Başkalarına daima ihtiyacımız vardır. İş ve özel yaşamımızın yolunda gitmesinin ancak ilişkilerimizi doğru yöneterek mümkün olduğunu söylemek mümkündür. 10. Gaddar ve kindar olmamak (kendine ve başkalarına karşı) Başımıza gelen kötü olaylar, karşılaştığımız kötü davranışlar, sadece o anda değil, o anları düşündüğümüzde bile “saldır veya kaç” tepkisini harekete geçirir. Hayatta kalmanın basit fakat etkili bir metodudur bu. Ancak bu negatif olayın düşünsel eylemine yapışıp kalmak, stres ve stres sonrası psikosomatik rahatsızlıklara yol açar. Duygusal zeki insanlar; kin, gaddarlık ve benzeri negatif duygulara tutunmanın kendilerini dipsiz bir çukura çektiğinin farkında oluyorlar. Bu sebeple bu duygulara sebep olandan ziyade, bunu nasıl dönüştürebileceklerine yani etki alanlarına odaklanıyorlar. 11. Toksik insanlarla etkileşimi yönetmek Rasyonel duygulanımcı davranış terapisi tekniğinin fikir babası Albert Ellis, sıraladığı “akla aykırı inançlar” da toksik durum ve insanlarla başa çıkmanın en etkili yolunun, bu durum ve insanlara rasyonel yaklaşmak olduğunu vurgulamaktadır. Duygusal zeki insanlar, her sağlıklı insan gibi öfke, kızgınlık ve derin üzüntü duygularını yaşamaktadır. Onların farkı, bu duyguların farkında olmak ve kendi bilişsel çarpıtmaları ile büyüyüp bir kaosa dönmesini önleyebilmektir. 12. Mükemmelliği aramamak Duygusal zeki insanlar daima mükemmel olmanın peşinde değiller çünkü bunun mümkün olmadığının farkındalar. Dolayısıyla, kendilerini “her şeyin en iyisi olmaya” değil, “olabilecekleri en iyi şey” olmaya motive ederler. Bu yaklaşımları, başarısızlık duygusuna değil, başardıklarına odaklanmalarını sağlar. 13. Müteşekkir olmak Kaliforniya Üniversitesi'nde yapılan araştırmalar, günlük olarak şükran tutumu geliştirmeye çalışan kişilerin duygu durumunun enerjik ve dinamik , fiziksel refahlarının ise yüksek olduğunu gösteriyor. Farklı bir araştırma şükretme tutumunun, stres hormonu kortizolünü % 23 oranında düşürdüğünü gösteriyormuş ki; enerjik, dinamik ve fiziksel olarak iyi hissetmenin en akıllıca sebebi bu olabilir. Duygusal zeki insanların ortak özelliklerinden birinin de, sahip olamadıklarına kahretmek yerine sahip oldukları için müteşekkir olmak olduğunu biliyoruz. 14. Zaman zaman çevrimdışı olmak Duygusal zeki insanların, kendilerini hiçbir şeye gereğinden fazla adamadığını böylece anda kalabildiklerini gözlemliyoruz. Bu konuda yapılan çalışmalar; kapatılan bir telefonun, e-posta kontrol etmeden geçirilen zamanın, yıkıcı stres düzeyini büyük ölçüde düşürdüğünü gösteriyor. Kendilerine zaman tanımayı bilen bu insanlar, daha evvel stres yaratmış bir e-postayı okurken ya da telefonu cevaplarken aynı stresi yaşamıyorlar. Kendilerini 7/24 ulaşılabilir, aslına bakarsanız “kullanılabilir” duruma getiren insanlardan en temel farkları da bu. 15. Kafein alımını sınırlamak Duygusal zeki insanlar, kendileri dışında hiçbir şeyin duygu dünyalarını inşa etmesine izin vermiyorlar. Bu prensip, adrenalin salınmasını tetikleyen kafein için de geçerli. Kafein, gereğinden fazla tüketildiğinde, beyni ve bedeni aşırı uyarılmış stres durumuna getirmekte, duyguların ve bu duygulardan doğan davranışların kontrolünü zorlaştırmaktadır. 16. Yeterince Uyumak Uyku bir şarj aleti gibi çalışır. Uyuduğumuzda, beynimiz şarj olur. Bu esnada günün anılarını karıştırır ve verileri tasnif ederiz. Hangi verileri depolayacağımız, hangilerini atacağımız bu eylem sırasında kararlaştırılır. Duygusal zeki insanlar, tam da bu sebeple, uykuyu bir öncelik haline getiriyorlar. Çünkü odaklanma, hafıza ve yaratıcılığın ancak bu şekilde sağ ve sağlıklı kalacağını biliyorlar. 17. Negatif iç konuşmaları durdurmak Düşünceler varsayımlardır. Hatta onlara beynin tehlikeleri ve tehditleri algılama eğilimi de diyebiliriz. Bu varsayımlar hakkında ne kadar kafa yorarsak o varsayımları o kadar güçlendiririz. Bu sebeple duygusal zeki insanlar, olumsuzluk döngüsünden çıkıp olumlu yeni bir bakış açısına doğru ilerlemek için düşüncelerini gerçeklerden ayırıyorlar. 18. Coşkunun ve neşenin sınırlanmasına izin vermemek Duygusal zeki insanlar, kendi mutluluklarının efendisidirler. Bu özgürlüklerini ne başkalarına, ne de kendi bilişsel çarpıtmalarına kurban etmezler. Düşünmekten vazgeçmez, kimsenin güdümünde olmazlar. Dolayısıyla insanlara rağmen değil, insanlarla birlikte var olmanın yolunu bulmuşlardır. Bu gücü de, gelişmiş öz-değer ve öz-saygılarından alırlar. Durum budur. Şimdi kendi duygusal zekâ kapasiteniz ile ilgili biraz fikriniz vardır diye düşünüyorum. Travis Bradberry’ye bu çalışma içi ne kadar teşekkür etsek az. Mevcut durumun farkında olmak, hangi adımın sizin için ilk adım olması gerektiğini belirlemek anlamında çok önemli. Kolay gelsin 😊

  • Neuroscientist Killer Qu'est-Ce Que C'est

    EQ KOÇUNUN NOT DEFTERİ, NOT 16 “Sahte benlik, kendisi olmamanın bir yoludur” Ronald David Laing Bu başlığa fa fa fa fa fa fa fa fa fa fa şeklinde şarkı söyleyerek devam etmek mümkün. Ancak şunu da kabul edeyim; nörobilimci bir katil fikri gerçekten tüylerimi ürpertiyor. İşin kötü tarafı bu bir olasılık değil, 2012 yılında, Colorado Üniversitesi’nde Neuroscience alanında doktora eğitimi gören, dolayısıyla yürüyen IQ olduğunu rahatlıkla söyleyebileceğimiz bir adam, gayet sofistike bir biçimde tasarlanmış korkunç bir katliamın gerçekleştiricisi oldu. James Holmes, Batman filminin gösteriminde önce ortalığı sise boğdu, sonra da sisler arasından Joker görüntüsünde çıkarak sinema seyircilerine kurşun yağdırdı. 10larca kişinin hayatını kaybettiği ve yine 10larca kişinin de yaralandığı bu acayip saldırı kalıp-yargılarımızı da kırdı döktü. James Holmes kağıt üzerinde son derece parlak bir genç. Okul hayatı üstün başarı hikayeleri ile dolu. Zaten Coloroda Üniversitesi’nin Neuroscience bölümünde doktora yapmak üzere seçilebilmişseniz, bu hayatta başaramayacağınız pek bir şey yoktur. Az kalsın yakalanmamayı da başarıyormuş zaten. Holmes’in evine kurduğu bubi tuzakları sebebiyle polis ecel terleri dökmüş. Peki bu yürüyen IQ’nun EQ’su ne olacak? İşte bu ciddi bir sıkıntı. Çünkü Holmes’i tanıyanlar, büyük şaşkınlık yaşamışlar. Onun birine zarar verebileceği ihtimali kimsenin aklına gelmemiş. Onunla ilgili olarak son derece nazik, sessiz ve “zararsız” yorumları yapılmış. Yani eğer yeterince zekiyseniz, karşınızdaki insanları EQ seviyeniz konusunda kandırabilirsiniz. Bu da işin tehlikeli boyutu. Varoluşçu psikiyatrist R.D Laing der ki; “Aslında maskesiz insan çok enderdir. Hatta böylesi bir insanın olup olmadığı bile şüphelidir. Herkes şu ya da bu ölçüde maske takar ve kendimizi tam olarak içine koymadığımız birçok durum vardır. Olağan yaşamda başka türlü olması pek de mümkün görünmemektedir.” Ve ekler: “Aslında hepimiz bu türden deneyimlerden yalnızca birkaç derece uzaktayız. Hafif bir ateşle bile tüm dünya zulmedici, çarpıcı bir yönde işlemeye başlayabilir.” Hep söylerim; duygusal zeki olmak ile iyi insan olmak aynı şeyler değildir. Tıpkı Anakin’den Darth Vader doğması gibi her an herkes dark side’a geçebilir. Bununla birlikte neyse ki J.Holmes’in anti sosyal kişilik bozukluğu olduğu belirlenmiş durumda. Yani o zeki -şüphesiz- ama duygusal zeki değil. O bir sosyopat. Dolayısıyla empati yetkinliğini besleyen ayna nöronları düzgün çalışmıyor. Yani karşısındaki insanların acı çekmesinden de, acı çekeceği fikrinden de etkilenmiyor. Yüksek zekası ile birleşen yaratıcılığı onun kusursuz planlar yapmasına ve hayaller kurmasına sebep oluyor. Bu planların gerçekleşmesi ona keyif veriyor olmalı, çünkü onu durduracak acı empatisinden de değerlerden de yoksun. Bir beyin bilimcisi olarak mutlaka kendisini daha önce test etmiştir. Yani bence Holmes sosyopat olduğunu bilen bir psikopat ve kendini gerçekleştirdi. Bunu da unutmamak lazım.

  • Mindfulness ve İş Yaşamı

    “Dalgaları durduramazsınız, ama sörf yapmayı öğrenebilirsiniz...”Jon Kabat-Zinn İnsan zihni tam bir zaman yolcusudur. Geçmişte gezinir, bu anda nefes alır, gelecekle ilgili planlar yaparız. Bu gezintide daimî bir yol arkadaşımız bulunur: düşüncelerimizden doğan duygularımız… Bu arkadaş aslında co-pilot olma amacını taşır. Ancak yolculuk sırasında biz farkında bile değilken kontrolü ele alıverir bu yardımcı. Amacı veri toplama ve yönlendirme olan bu pilot da zamanla yorulur, görevini delege ediverir ve otopilot devreye girer. Bu dakikadan itibaren, “an” gücünü kaybetmiştir. Zihnimiz geçmişte ve gelecekte dalgalanıp durur. Olur da bu dalgaların arasından Jaws çıkıverirse, kendimizi savunmasız, yetersiz ve panik hâlinde bulabiliriz. Artık otopilot da bir işe yaramamakta, hayatımızı jaws kontrol etmektedir. Ta ki, biz mindful olmanın gücünü keşfedene dek… İş yaşamı içerisinde mindful olmak demek; dikkatimizin, temel varlığımızda olması, kalbimizle bağlantı kurması, zihnimizi sadeleştirmesi ve bu yolla şimdinin amacına odaklanabilme yetkinliğine sahip olmamız demektir. İş yaşamında mindful olabilmenin avantajlarını biraz daha açacak olursak aşağıdaki dört avantajdan bahsedebiliriz: 1. Benim de içinde olduğum Biz Kültürü: “Biz” olma kültürü, şaşırtıcı bir biçimde “ben”e daha etkin bir biçimde odaklanmamızı sağlar. Ben bu sonucu duygusal bir borç olan sorumluluğa ve ait olma ihtiyacına bağlıyorum. “Bana faydası ne?” sorusunu kendisine soran çalışanlar, egolarını kapının dışında bırakmak, davranışlarının farkında olmak ve bu yolla tutumlarını düzenlemek konusunda daha başarılı oluyorlar. Kendisine ve şimdiye odaklanabilenler, geleceği dizayn etmek ve ekiple birlikte gelişmek özgürlüğüne bu yolla sahip oluyorlar. 2. Duygulardan Korkmamak: Gandhi’nin çok sevdiğim bir sözü vardır: “Korku işe yarayabilir ama korkaklık hiçbir işe yaramaz”. Korku belki de en güçlü duygumuzdur. Korkunun en durdurucu yavrularından biri olan endişe, henüz yaşamadığımız ve varsayımlarımızın hâkim olduğu gelecek imgelerinden doğar. Ancak her yönden konforlu bir geleceği “kendi seçimlerimiz” ile inşa etmek için endişeyi kullanabiliriz. Buradaki kilit unsur dengedir. Mindfulness bu denge hâlini yakalamak için metotlar sunar. Çünkü Mindfulness, bir duygu ya da düşünceyi yok saymanın değil, onu fark etmenin yoludur. Bu yolla, can havliyle çırpınıp daha da batmak yerine, zihnimizi sakinleştirip anlamalı adımlar atabiliriz. Her duygu içinde bilgi barındırır. Duygulardan korkmak demek, bilgiden mahrum kalmak demektir. 3. Vizyona bağlılık: Mindfulness, odaklanma kasımızı geliştirir. Bu yolla, dikkatimizi, bizi ana hedeflerimizden uzaklaştıracak asalak fikirlere takılmayacak biçimde eğitebiliriz. Mindfulness yaklaşımı, zihnimize dolan fikirleri görmezden gelmek veya elimine etmek demek değildir. Hepsini olduğu gibi kabullenmek ve fakat odağımızı çalmasına engel olmak anlamına gelir. Zihnimiz her dağıldığında, zihnimizin yolunu takip edebilir ve kök sebeplerini tespit edebiliriz. Bu fikirlerin hepsi birer misafirdir. Onları nasıl ağırlayacağımız ise bize kalmıştır. 4. Stresle Başa Çıkma: Stresin ana tetikleyicisinin bizzat bizim düşüncelerimiz olduğunu hep söylerim. İnsanlar yorumlayan varlıklardır. Mindfulness, zihin ve dikkat egzersizleri sayesinde, yıkıcı duyguların etkilerini dönüştürür. Hiçbir duygu, onu besleyen bir düşünce olmadan yaşamını sürdüremez. Mindfulness yöntemleri sayesinde stres kaynağı ile ilişkimizi yeniden düzenleme şansını elde ederiz. İnsan yaşayarak öğrenen bir varlıktır. Mindfulness’ın yaşamımıza katabileceklerini “bilinçli farkındalık” düzeyinde içselleştirmenin tek yolu, onu deneyimlemektir. Nasıl olacak bu iş? derseniz eğer, bana yazıverin. Mindful bir biçimde yanıtlamaktan memnuniyet duyarım 😊 Mindful günler, haftalar, aylar sizin olsun efendim.. Sevgiler…

  • Esse Est Percipi Meselesi “Var Olmak Algılanmak mıdır Sadece?”

    EQ KOÇUNUN NOT DEFTERİ, NOT 15 "Benlik" konusunu düşündüğümde ilk aklıma gelen; Afrika kabilelerinden birinde süre gelen kadim bir uygulama oluyor. Bir dostumun paylaşımından öğrendim bunu; onlar, bebeklerin doğmadan evvel annelerinin kulağına, hayatları boyunca kendilerine eşlik edecek “şarkı”yı fısıldadıklarına inanıyorlar. Hatta, bebeğin doğum günü bu an olarak kabul edilip yaşı buna göre hesaplanıyor. Anne, henüz rahmine düşmemiş bebeğinden öğrendiği bu şarkıyı önce kocasına sonra da tüm kabileye öğretiyor. Çünkü bu şarkı, sahibine hayatı boyunca eşlik ediyor. Bebek doğum sırasında bu şarkıyla karşılanıyor. Hastalandığında ya da düşüp bir yerlerini incittiğinde şifa olarak, bir başarısında ise kutlama olarak hep bu şarkı söyleniyor. Benim asıl ilgimi çeken ise şu; çocuk ilerleyen yaşlarında toplumsal bir kuralı ihlal eder ya da bir suç işlerse, köy meydanına çağrılıp topluluk tarafından çembere alınıyor ve ona hep bir ağızdan kendi şarkısı söyleniyor. Kabilenin geleneklerine göre, anti-sosyal davranışları düzeltmenin yolu “cezalandırmadan” değil, o bireye kendi “gerçek kimliğini” hatırlatmaktan geçiyor. Ne şahane bir öğreti! Bireyi hem biricik kılıyor hem de öz-yönetim ve öz-denetime davet ediyorlar. Tıpkı bizim atalarımızın “kendine gel!” demesi gibi… Bu hikâyeyi ilk öğrendiğimde, cüzdanımdan kimliğimi çıkarıp uzun uzun baktığımı hatırlıyorum. Keşke benim de bu karton parçası yerine bir şarkım olsaydı diye düşünmüştüm. O karton parçası bana “varsın” diyordu. Benim bir “kimliğim” Afrika kabile ferdinin ise şarkısı yani “benliği” vardı. Bu noktada kişisel özerklikten de bahsetmekte fayda var. Büyük hayranı olduğum R.D Laing’e göre; kendini özerk olarak deneyimleme kapasitesi, bir kişinin, kendisinin başka herkesten ayrı bir kişi olduğunun gerçekten farkına varması anlamına geliyor. Görünen o ki; bu farkındalık seviyesine ulaşmak için başkalarınca algılanmış ve onları algılamış olmamız gerekiyor. Bununla birlikte, zihinsel olarak sağlıklı olabilmenin yolu, öteki kişilerin varlığı olmadığında da kendi varlık hissimizi sürdürebilmemizdir. Öz-farkındalık tam da bu noktada devreye girer. Laing’e göre öz-farkındalık iki şey içerir; kişinin kendisinin farkında olması ve başka birinin gözleminin bir nesnesi olarak kendisinin farkında olması. İşte ben, biraz da Cooley’in ayna benlik kuramından esinlenerek, bu tasnifin ilkine benlik, diğerine ise kimlik demeyi tercih ediyorum. Çünkü toplum aynasından yansıyan “ben”e kolaylıkla maske takabiliriz. Unvanlar, roller ve tercihler de hep bu “ben”e göre biçilirler. Benzerleri de çoktur. Oysa kişinin bizzat kendilik farkındalığı ile oluşan “ben”i benzersizdir. İnsanlar kendi davranışları ve özellikleri hakkında olumlu düşünmek isterler. Ama bu yargılar başkalarının yargılarına da sıkı sıkıya bağlıdır. Hâl böyle olunca öz-değer ve öz-saygımızı kolayca “kimliğimizle” ilişkilendirir aynı kolaylıkla da kaybederiz. Böyle zamanlarda atalarımızın sözünü dinleyip “kendimize gelmeliyiz”. Kimliğimizi oluşturan unvan, etiket ve rollerin daima alternatifi varken benliğimizin yoktur. Kendini bir kez bulmuş olan kişinin de artık kaybedeceği hiçbir şey yoktur… İşte bunlar heeepppp Duygusal Zekâ 😊

  • Maskülen Bir Sendrom: Atlas Sendromu

    “Ben derim ki; erkekler ve kadınlar aynı kalıptan çıkmadır. Eğitim ve gelenekler dışında, büyük bir ayrılık yoktur aralarında...” Michel de Montaigne Klasik Yunan mitolojisine göre Atlas, Titanlar ile Tanrılar arasındaki savaşta, Titanların yanında saf tuttuğu için, Zeus tarafından gök kubbeyi sonsuza kadar omuzlarında taşımakla cezalandırılmıştır. Homeros ise, Atlas’ı, yer ile gökü birbirinden ayıran direkleri omuzlarında taşıyan bir Tanrı olarak betimlemiştir. Acaba erkek canlısına “evimin direği” payesini veren ilk Türk kadını Homeros mu okumuştu? diye düşünmeden edemiyorum doğrusu.. İşin esprisi bir tarafa, günümüzde hem işinde hem de evinde sorumluluklar üstlenme cesareti gösteren ve fakat bu yüzden tükenmişlik yaşayan erkeklerin problemine çok artistik bir isim konmuş durumda: Atlas Sendromu… Bu sendroma maskülen bir sendrom dememin sebebi ise, erkeklerin tükenmesine sebep gösterilen her tür yükün ve belki de daha fazlasının, kadınlar tarafından da doğal olarak üstlenilmiş olmasıdır. Bununla birlikte, kadının doğalı olan bu rutinler, erkek için gök kubbeyi omuzlarında taşımakla eş tutulmuş durumda. İşte tam da bu noktada devreye öğrenilmiş davranışlar ve verilmiş statüler giriyor. Dünyanın hâlâ ve ısrarla ayakta kaldığına bakacak olursak; Atlas yükü taşımaya muktedir. Erkekler de öyle.. O halde sorunumuz bir kuvvet sorunu değil sevgili beyefendiler.. Sorunumuz, işte ve evde yüklenilen sorumlulukları, yerine getirilmesi gereken bir görev olarak algılıyor olmak. Hayata yüreğini koyan herkes, bu yükü rahatlıkla taşıyabilir. Maç izlemek yerine eşinizle sohbet etmeyi ya da çocuklarınızın ödevlerine yardım etmeyi daima tercih edin demiyorum. Ama teknoloji sadece yapay ve geçici mutlulukları kaydedip ertelemenize izin veriyor. Maçları kaydedip daha sonra izleyebilirsiniz ama, çocuğunuzun ilk aşk acısı sebebiyle döktüğü göz yaşına vereceğiniz tepkiyi erteleyemezsiniz. Ya “bu işlere anne bakıyor bizde” deyip kenara çekilmelisiniz, ya da yük ile sorumluluk arasındaki nüansı fark etmelisiniz. Burada da yine seçme özgürlüğü devreye giriyor. Her iki seçenek de doğru ya da yanlış değil. Yanlış olan, seçmemek, seçerken düşünmemek ve sizin adınıza seçilmesine izin vermek. “Bu benim seçimimdir!” diyen bir erkek, değil gök kubbeyi, galaksiyi taşır omuzlarında. Biz size güveniyoruz vallahi.. Yaparsınız, iyi ki de varsınız ayrıca..

  • Dikkat Dikkat!

    "Dikkat hiçi her şeye dönüştürür." Goethe Beyoğlu İstiklal Caddesi’nde yürürken aniden duruveririm. İçinde kaldığım insan topluluğu gürüldeyerek sağımdan solumdan akmaya devam eder. Pek çoğu bana hiç bakmamasına rağmen akışın içinde yanımdan geçip gider. Bunu öyle doğal bir biçimde yaparlar ki, görünmez olduğumu düşünürüm. Doğal olarak bu insanların hiç biri “İstiklal Caddesinde yolun ortasında duran bir kadının yanından geçiyorum” diye düşünmez. Sadece geçerler ve dikkatlerini odakladıkları hedefe doğru yürümeye devam ederler. Onların seçici dikkatlerinin dışında minicik bir ayrıntı oluveririm. Tıpkı daha önce o noktada durmayı seçmediğim için ilk defa fark ettiğim bir duvar işlemesi gibi. O duvar işlemesi, ben ona dikkat etsem de etmesem de oradadır. Yaşamımız boyunca muazzam bir duyu bombardımanı altında yaşıyoruz. Tiz ve pes sesler, havada salınan kokular, görme alanımıza girip çıkan görüntüler vs.. Ancak bunların sadece ufak bir kısmı zihnimiz tarafından kayda değer bulunuyor. İşte o ufak kısım bizim gerçekliğimiz oluyor. Bu duruma “ayak serçe parmağını sehpaya vurma sendromu” demek istiyorum. O minnacık parmak nasıl da hayattaki tek gerçekliğimiz oluverir. Geri kalan her şey anlamını yitirir. Uzmanlar, dikkat ve özellikle de odaklanmanın, temel yaşam yeteneklerinden biri olduğu konusunda hemfikirler. Ancak maruz kaldığımız bombardıman, dikkatin yapılması gereken işlere değil, endişelere sabitlenmesine yol açıyor. Bu sabitlenmeden kaynaklanan duygusal yorgunluk ise tükenmeye sebebiyet veriyor. Görünen o ki; hayatta kalmamız için yaradılışımız sırasında kazandığımız yeteneğimizi, endişelerimizle birlikte, dikkat korsanlarına da kurban ediyoruz. Korsanların tetiklediği bilinçaltı heveslerimiz ya da endişelerimiz, çoğu zaman muhakeme ile doğru yönü bulduran zihnimizi kundaklıyor. Böylece tüm dikkatimizi, bizim kontrolümüz dışında biçimlenmiş sistemlerin içinde var olmaya veriyoruz. Bir süre sonra da kendimizi, dikkat dağınıklığı, odaklanamama ya da aşırı zihinsel yorgunluk ile mücadele ederken buluyoruz. Beynimizin duygusal anlam gözcüsü olan amygdalamız ile kavgamızın başlıca sebebi de budur. İnsanlık olarak temel sorunumuz; dikkatimizi kendimize tam olarak vermemişken sistem içinde var olmaya çalışmamızdır. Dağılan dikkatin ve odaklanamamanın tek ilacı olan irade; özdenetim ve nihayetinde de özyönetim ile mümkündür. Peki ya öz-farkındalıktan yoksunsak, neyi yöneteceğiz? Maruz kaldığımız tüm bu duyu bombardımanı ve dikkat korsanlarına rağmen kendi gerçekliğimizi yaratıp yaşamak elimizde, daha doğrusu tam da kafa tasımızın içerisinde.. Kendine tam olarak odaklanamayan bir zihin, başkalarının gerçekliğini yaşamak üzere programlanmış demektir. Uzun lafın kısası, herhangi bir konuya odaklanamamak konusunda sıkıntı yaşayan herkesin, öncelikle “ben”e odaklanmaya çalışması gerekir. Çünkü “ben” aslında her şeydir.

  • Mindfulness ve Duygusal Zekâ

    “Ben nereden geldim, bu cihanın gamı, neşesi nereden geldi? Ben nerede? Yağmur ve oluk düşüncesi nerede? Yani aklımın bu dünyaya ait işlere tıkılıp kalması nerede? Bunlarla benim ne ilgim vardır? Niçin ben asıl âlemime; kendi dünyama dönmeyeyim? Burada benim ne işim var var? Gönül nerelidir? Neredendir? Şu toprak seyrine dalmak neredendir, nedir; düşünmüyor musun?” Mevlana Mindfulness ile meditasyon tekniklerinin el ele tutuştuğunu hepimiz biliyoruz. Mindful olma hâlinin ve bu hâlin hayatımızın ayrılmaz parçası olması niyetinin gerçeğe dönüşmesi, meditatif uygulamaları belirli bir özdisiplin ile hayatımızın içine almamızla mümkün. Aynı şekilde, duygusal zekâ’nın kaderî bir tarafının olmadığını, geliştirilebilir bir kapasite olduğunu da biliyoruz. Duygusal ve Sosyal Zekâ bileşenlerini geliştirmek için uygulanabilecek pek çok metot var ve yine işin içine özdisiplin giriyor. Konuya bu bakış açısıyla yaklaştığımızda, Dalai Lama’nın Mindfulness’ın doruklarında bir çeşit Nirvana yaşadığını, Daniel Goleman’ın ise bir EQ tanrısı olduğunu düşünebiliriz. Öyle ya, bu şahane insanlar, bu metotları uygulamakla kalmayıp içinde yaşıyorlar. Ancak her ikisi de bu savı kesin bir biçimde reddediyor. Bu konudaki söylemlerinin ise ortak bir noktası var; “sürekli ve vazgeçmeksizin kendi üstümde çalışıyorum”. Hal böyle olunca “en” duygusal zeki insan veya “en” mindful insan şeklinde bir tanımlama yapmak da kendimizden bu tür bir beklenti için de olmak da anlamsız. Bu noktada asıl odaklanılması gereken husus ise şu; “İnsanın duygusal ve düşünsel olarak bütünlenmesi ve her şeyin değil ama olabileceğinin en iyisi olmaya yönlenmesi”. Konuya bu noktadan bakıldığında EQ’nun ve Mindfulness öğretisinin birbirini besleyen çok önemli iki disiplin olduğunu görüyoruz. Şöyle ki; Mindfulness ve EQ farklı terminolojiyi kullansalar da, özlerinde aynı hedefler vardır. Yargılama yapmaksızın gözlem yapma yeteneğini geliştirmek, olanı olduğu gibi değerlendirmek Zihinsel süreçlerimize derin bir bakış açısı ile yaklaşmak ve kendi zihinsel aktivitemizin dinamiklerini fark etmek Düşüncelerimiz, duygularımız, söylediklerimiz ve davranışlarımız arasındaki bağı fark etmek ve bu anlamda bilinçli farkındalık düzeyine gelmek Bu anlamda, EQ ve Mindulness birbirlerini yaratan ve besleyen iki muazzam yöntemdir diyebiliriz. Mindful düzeyde iken EQ’yu damarlarınızda hissedersiniz. EQ’ya odaklandığınızda ise kendinizi mindful halde bulusunuz. Hangisinden başlayacağınız ise tamamen size kalmıştır. Her iki metot da başlangıç noktasına sahiptir. Ancak yolda iken mutlaka bir diğeri ile karşılaşırsınız. Elbette özdisiplin her iki metodun da olmazsa olmazıdır. Türk iş dünyası, EQ kavramı ile Daniel Goleman metodolojisi eliyle tanıştı. Ancak bu öğreti genetik zekâmızda mevcuttur. Anadolu toprakları, mindfulness öğretisinin ve duygusal zekâ’nın en önemli temsilcilerine yuva olmuştur. Biz onlara, tasavvuf ehlî, sufi veya eren diyoruz. Yunus Emre, Mevlana ve daha niceleri bu öğretiyi çoktan zihinlerimize ekmişlerdi. Zira, bu konuyu temel alan tüm kitaplarda Mevlana ya da Yunus Emre’den alıntılar bulursunuz. Bu anlamda yapmamız gereken şey, yeni bir şey öğrenecekmişiz yaklaşımından sıyrılarak “hatırlayacağım” demektir. Gelelim mindfulness teknikleri ile yoğrulmuş duygusal zekâ eğitimine… Çok uzatmayacağım; Mindfulness teknikleriyle bezenmiş bir duygusal zekâ eğitim programı, duygusal zekâ bileşenleri üzerinde çalışırken yolda olmanın keyfini yaşatır, sadece insan olduğumuzu bize hatırlatır, olabileceğimiz her şey olabileceğimizi gösterir, kültürel zekâmıza uygunluğu sebebiyle konforlu, kalıcı ve sürdürülebilir öğrenmeyi mümkün kılar. İş doyumu, artan verimlilik, duyguların denetimi, aidiyet, çatışma, öfke ve stres yönetimi gibi gelişim konuları ise bu programın pozitif yan etkileridir. Ve bu yan etkiler, kişi öyle olmasını istediği müddetçe kalıcılığını korur. O isteği ise, programın kendisi yaratır. Tecrübeyle sabittir 😊

  • Kendi Duygusal Kaderini Kendin Çizmeye Var mısın?

    EQ KOÇUNUN NOT DEFTERİ, NOT 13 “Belki de günümüzde amaçlanan şey ne olduğumuzu keşfetmek değil, ne olduğumuzu reddetmektir” Michel Foucault Hayatım tam bir fiyasko. Çok çalışıyor ama bunun nedenini bile kavrayamıyorum artık - Çalışmak için yaşar oldum - Emekli olacağım günü iple çekiyorum - İnsanlardan sıkıldım. Bir dağ başında tek başıma yaşamak istiyorum Tanıdık geldi mi? Bunlar; eğitimlerde, koçluk sürecinde özellikle de mobbing mağdurları ile yürüttüğümüz çalışmalarda en sık duyduğum sözler. İnsanlar yaşamlarını bu cümleler ile ifade ediyorlar. Bu ifadelerin her biri birer kaya parçası ise eğer, kaldırıp altına baktığımızda gördüğümüz genellikle şu oluyor: “o kadar okudum, dirsek çürüttüm, bu iş yerine de emeğimi, yıllarımı verdim. Şimdi hepsi boşa mı gidecek?” Görünen o ki; emeklerimizi, mutlu olmak üzerine inşa edilecek bir yaşamın önüne koyuyoruz. Duygularımız bize “berbat bir kaderin var” diye bas bas bağırıyor. İşte tam da bu sebeple yaşayan bir örnek paylaşmak istiyorum sizinle… Örneğimi bir X kuşağından seçtim. Çünkü benim de mensubu olduğum bu kuşak, yaşamını yeniden dizayn etme isteği anlamında biraz daha temkinli. Şimdi onu biraz tanıyalım… Ailesinde yer alan neredeyse tüm erkekler 10. Yüzyıldan beri İngiltere Ordusu’na hizmet ediyor. Bunun doğal sonucu olarak, askerî hastanede doğmasıyla başlayan hayatı, askerî bursla aldığı eğitimlerle devam ediyor. Babası Hava Kuvvetleri’nde görevli olduğundan kendisini uçmaya yakın hissediyor ve 16 yaşında uçuş brövesini alıyor. Bristol Üniversitesi’nde Uzay Mühendisliği bölümüne kaydoluyor ve eğitimini Sosyoloji bölümünde devam ettiriyor. Daha sonra Royal Military Academy Sandhurst’da eğitim görüyor. Elbette tüm bu sürecin sonunda İngiliz Ordusu’nda görev yapmaya başlıyor. Kanada’da aldığı yüksek askerî eğitiminin ardından Kosova’da Nato’nun barış elçisi olarak görev alıyor. Herkes onun yüksek rütbelere kadar ilerleyeceğinden emin. Çünkü genleri ve aldığı sıkı eğitim bunu gerektiriyor. Yalnız bu askerin baş edilemeyen bir huyu var. Müziğini her yere yanında götürüyor. Söz gelimi, Priştine’de devriyede iken tankının yanında hep gitarı asılı duruyor. Devamlı uyarı alıyor çünkü sessizliği bozuyor. Ama o kendini durdurmuyor ve uyku tulumunun içinde postallarıyla yatarken çok sevdiğim şarkısı No Bravery’i besteliyor. Bu şarkısını “kaderci” bir şarkı olarak niteleyen asker, kader üzerinde düşünmeye başlıyor. Ve bana göre beklenen ama başkalarına göre beklenmeyen bir şey oluyor. Doğru zaman geldiğinde ve kendine sorular sorup bu sorulara cevaplar verebilmeye cesaret ettiğinde postallarını ve askerî üniformasını çıkarıyor. 10.yüzyıldan beri devam ettirilen aile geleneğini yerle bir ediyor, aldığı uzay mühendisliği ve yüksek askeri eğitime harcadığı tüm zaman ve emeği bir kenara koyuyor. O zamanlara müteşekkir olduğunu belirtiyor, fakat bu benim kaderim değil diyor. Kendi tabiriyle “pis ve pasaklı görünümlü bir İngiliz çocuğu” olarak Los Angeles’da olmanın heyecan verici olduğunu deneyimliyor. İlk albümünü de orada kaydediyor. Verdiği emeklere, genlerle süregelen paradigmasına, hatta belki de ona kader olarak sunulana, sırf kendini gerçekleştirme ihtimalinin varlığından haberdar olduğu için veda ediyor. Şimdi yukarıdaki cümlelere geri dönelim… Şikayetçi olduğumuz her şey ama her şey bizim seçimimiz olmayan fakat seçtiğimizi sandığımız şeylerdir. İşin sırrı ya da arıyorsanız sihirli değneği ise şunlardır: Seçme Özgürlüğü, Özaşkınlık ve Cesaret! Bundan sonrası için o söylesin biz dinleyelim derim. https://www.youtube.com/watch?v=gh41Wxez9PE James Blunt… Seçiminden dolayı bir dinleyicin olarak sana teşekkür ederim. You’re gerçekten beautiful :)

  • Kazanan Bir Kurum İçin Ekolojik Zeka ve Nöro-İktisat Şart

    “ Enformasyon kapılarını bir kez açtığınızda kapamak zorlaşır. Ben saklanma yok diyorum, nokta. Herkes her şeyin muhabiri, blogger’ı, puanlayıcısı. Bu güçle mücadeleye kalkışmak yer çekimine savaş açmaktan farksız.” Rich Barton – zillow.com Neden mi? Çünkü herkesin bir amigdalası var. İş amigdala ile de bitmiyor; bunun oksitosin gibi nörotransmiterleri var, homo economicus’a karşı davranışsal oyun teorisi var, var da var. Ama hepsinin tek bir ortak noktası var: Güven ve Güven İhtiyacı! Stanford İşletme Okulu Pazarlama Profesörü Baba Shiv, bu önermemi destekleyen şu sözleri söylüyor: “Bir kararda biliş ile güçlü duygu/heyecan işin içinde ise, heyecan her zaman bilişi devre dışı bırakır” O kadar doğru ki… Mesela karnımız acıktığında yemek yememiz gerektiği konusunda biliş devrededir. Ama menüden seçim yapacağımızda, hangi restorana gideceğimiz kararı söz konusu olduğunda veya yemeği kimle yiyeceğimizi belirleyeceğimizde rolü kapan daima amigdaladır. Bütün insanlar iyi hissetmenin peşindedir. Bu hissin en önemli oyuncusu ise güven duygusudur. D.Goleman, Ekolojik Zeka adlı kitabında kozmetik sektöründen çok ilginç bir örnekler vermiş; Skin Deep ve GoodGuide. Bu sitelere girdiğinizde -ki ben denedim, hatta evde ne kadar şampuan, krem, makyaj malzemesi varsa hepsini sorgularken buldum kendimi- kullandığınız kozmetiğin adeta röntgenini görüyorsunuz. Çünkü derecelendirme yoluyla sağlığınıza olan etkilerini bildiriyorlar. Dolayısıyla bu tür siteler, Amerikalı tüketicilerin satın alma kararlarını büyük ölçüde belirleyen bir yapı hâline gelmiş durumda (tabi ki artık benim de). Bu sitenin negatif gibi görünürken aslında pozitif olan yan etkisi ise şu; garip ama, tüketicilerin korku ve endişe duygusunu harekete geçiriyorlar. Ama bu yolla daha çevreci olmaya yönlendirmiş de oluyorlar. Batı dünyasında pek çok kozmetik şirketi bu siteyi takip ederek, müşterilerinin satın alma davranışlarını analiz ediyorlarmış. Bu arada biz Türkler’in bu konulara bakış açısını anlamam için, insanlara bahsetmem yetti. Hemen hemen herkes, sitelerin satın alınabilirliklerini yani bu sitelerde yer alan bilgilerin firmalar tarafından manipüle edilebilirliğini sorguladı. Toplum olarak güven daha doğrusu güvensizlik konusunda nevrotik hâle geldiğimizi bu yolla daha net gördüm. Neyse… İşte nöroiktisat bu işlerle uğraşıyor dostlar. Nöroiktisat, alışveriş yapanın tehlike radarının satın alma kararı sırasında nasıl işlediği ile ilgilenen bir alan. Bu yolla, kurumların üretim ve pazarlama stratejilerini de etkileyebileceklerini düşünüyorlar. Haklılar da… Duyguların karar almadaki rolünü, önyargılarımızın ve beklentilerimizin de bu duyguları nasıl beslediğini biliyoruz. Çünkü amigdala sonradan pişman olmaktansa daima güvenliği seçer. Öyle ya; Çin’de üretilen bütün oyuncaklar mı sakıncalıdır? Ama amigdala bu soruyu savuşturur ve o ürünü zihninizde sakıncalı olarak etiketler. Bence amigdala kedi olalı bir fare tutsun, korku ve endişe hayatımıza dişe dokunur bir şey katsın derim. Çünkü nöroiktisat ve Skin Deep gibi oluşumlar geliştikçe, dünya “mecburen” daha yaşanabilir bir hâle gelebilir. Tek bir web sitesi bile şimdiden satın alma kriterlerimi ciddi anlamda etkiledi. Bu davranış eğilimi çoğaldıkça, kurumlar da çevreye ve insan sağlığına zararsız üretim yapmaya mecbur kalacaklar. İnsanlar bu yolla, birbirlerinden ve gezegenden sorumlu olduklarını, çocuklarına ve gelecek nesillere yaşanabilir bir dünya bırakma ödevini sahiplenebilirler. Kimileri zorla, kimleri bile isteye ekolojik zeka’ya sahip çıkabilir. Günün sonunda ekolojik zeka’ya sahip çıkmaktan başka çıkar yolumuz yok zaten. İktisat biliminin var olmaya devam etmesi için, insanların var olmasına ihtiyaç var. Nöroiktisat bunun peşinde işte. İktisadın sayılardan oluşan kısmını, beyin biliminin verileri ile besliyorlar. Ne diyeyim, iyi de yapıyorlar !

  • Ekolojik Zeki Kurum, Ekolojik Zeki Tüketici, Kendine Gelen İnsanlık

    “Gençler, yani küresel ısınmanın gölgesi altında büyüyen insanlar, dünyayı korumak için ellerinden geleni yapma konusunda çok daha istekli. Ayrıca, sosyal ağları da hünerle kullanıyorlar. Gereken değişimi yaratacak bilgi paylaşımının ardındaki motor bence budur. Ve bu değişim, şirketler tarafından sadece tercihen uygulanabilir bir şey olmayacak, onlar için zorunlu hale gelecek.” Daniel Goleman Evet; hepimiz yıldız tozuyuz. Evren biz, biz de evreniz. Spiritüller değil, astrofizikçiler söylüyor bunu… Bu da bizi birbirimizden sorumlu kılıyor. Ama ben konunun bu kadar derinine girmeyeceğim, yani en azından şimdilik. Mars’a bile göz diktiğimiz bu günlerde, kendi gezegenimize sahip çıkalım yeter. Bildiğiniz üzere, duygusal zeka kavramı, Daniel Goleman ile popüler oldu. Goleman, H.Gardner’ın Çoklu Zeka Teorisi içerisinde yer alan 2 kapasiteyi ele almış (inter personal, , intra personal), bu kapasiteleri kendi içlerinde bileşenlere ayırmıştı. Zaman içerisinde bu ayrımını da Duygusal ve Sosyal Zeka olarak kategorize etti. Daha sonra, yine Gardner’ın tasnifinde yer alan Doğacı Kapasite’nin önemini anlamaya ve anlatmaya başladı. En sonunda da bu kapasitenin daha ziyade psikolojik ve zihinsel kısmını ele alarak Ekolojik Zeka (Satın aldıklarımızın saklı etkilerini bilmek her şeyi nasıl değiştirebilir?) adlı kitabını yayımladı. Kitap, Ekolojik Zeka konusunda yol alabilmek için de duygusal ve sosyal zeka’nın rehberliğine ihtiyacımız olduğunu gösteriyor. Goleman’ın bu kitapta ortaya koyduğu en çarpıcı tespit, duygularımızın yuvası olan ve bizi her anlamda hayatta tutmak için çaba sarf eden amigdalanın, ekolojik tehlikeler karşısındaki duyarsızlığına vurgudur. Yaradılışımız ve yaradılışımızdan bu yana biriktirdiğimiz tecrübeler neticesinde, Belgrad Ormanları’nda koşu yaparken duymamız muhtemel her hışırtıya bile duyarlı olan amigdala, soluduğumuz havada serbestçe salınan, gözle göremediğimiz fakat orta ve uzun vadede neslimizin yaşamına mâl olabilecek zararlılara karşı kılını kıpırdatmıyor. Üstelik bugün şehir ormanlarında bir kaplan ile karşılaşma ihtimali yok, ama ekosistemin dengesindeki bozukluk topyekûn hepimizi yok edebilecek kudrete sahip. Peki bizden sonra gelecek nesillerin sağ ve sağlıklı olabilmesi için kurban olmamız mı gerekiyor? İnsan sadece yok olarak mı öğrenir ve sonraki nesillere öğretir? Yani bu gelişimsel bir kader midir? “Hayır” diyor Goleman. İçimizde uyananlar var ve bu sayı arttıkça kendimizi ve gezegenimizi şifalandırabiliriz. Goleman özellikle Amerikan toplumunun satın alma ihtiyaçlarını değiştirebileceğine inanıyor. Peki ya alım gücü görece daha düşük olan toplumlarda bu sorumluluk sadece tüketiciye yüklenebilir mi? Sırf çocuğunun gözündeki mutluluğu görebilmek için, zararları olduğunu bildiği halde, ama sadece ona gücü yettiği için Çin malı oyuncak alan babaların ülkesinde, kurumlar da elini taşın altına koymalı. Çünkü Ekolojik Zeka bugünün gücüyle geleceği inşa eden bir yaklaşım. Kurumlar bunu başarabilirler. Oysa bireysel boyutta bugünü bile tam manasıyla yaşayamayanlar var. Özellikle Batı dünyasında hatırı sayılır derecede artış gösteren “yeşil şirketler” sadece gezegeni değil, umudumu da yeşertiyor. Bu firmaların bir kısmı, bizim ülkemizde de faaliyet gösteriyor ve onların bu konuyu merkeze alarak yaptıkları reklam ve bilgilendirmeler çok hoşuma gidiyor. Öyle ki; çamaşır makinası alırken “çamaşırlarınızı tertemiz yıkar” tipi sloganlardan ziyade, “doğayı ve çocuklarınızı korur” tipi sloganlarla karşılaşabiliyoruz artık. Bu söylemler arttıkça, insanların zihinlerinde de bilişsel düzeyde değişmeler olacağına inanıyorum ben. Toplumda “doğaya dost olan ile birlikte olmak” ihtiyacı yaratılmalı, bu kesin. İşte o zaman tüketici bu konuda talepkâr olmaya başlayabilir. Tabi işin bir de şu boyutu var; sadece doğa dostu ürünler üretmek yetmez, bu ürünlerin fiyatlarının da satın alınabilir düzeyde tutulması gerekir. Yoksa iş, tadı domates gibi olan domates yiyebilmek için ekolojik marketlere çuvalla para dökmek zorunda olduğumuz gerçeğine döner. Ekolojik Zeka ile elde edilecek faydalar lüks olmamalıdır. Sağlık, yaşanabilir bir dünya ve aydınlanma herkesin hakkıdır. O halde önce zihinlerimizden başlayalım. Ekolojik Zeka herkese lazım…

  • Facebook
  • Twitter
  • LinkedIn
  • Instagram
  • YouTube

©2021, Anahtar Eğitim

bottom of page