top of page

Arama Sonuçları

Boş arama ile 751 sonuç bulundu

  • Azınlık Etkisini Hafife Almayın

    “Düşünceli ve kendini adamış bir grup insanın tüm dünyayı değiştirebileceğinden asla şüphe etmeyin.” Margaret Mead Efendim Hippiler’i hepiniz bilirsiniz. Bugünün baby boomerları, zamanlarının ise yeni kuşağı olan bu grup, yeni fikirleri, alternatif yaşam biçimleri ve eylemleri ile sokağa dökülmüşlerdi. Eylemlerinin ardındaki fikirler, çoğunluğun benimsemediği aykırı fikirlerdi. Çoğunluk onları sapkınlıkla itham ederken, onlar zamanlarının üniversitelerini, hatta sosyal anlayışlarını dönüştürmeye başlamışlardı bile. Yani çoğunluğun kabul etmediği fikir, düşünce ve eylemler azınlıkta kalan düşünceler tarafından dönüştürülmeye başlanmış yani bu fikirler çoğunluğu etkilemeye başlamıştı. Bu durum sosyal psikologların ilgisini çekti elbette. Çünkü bu azınlık, çoğunluğun görüş ve davranışlarını ilk başta görünür biçimde değiştirmese de, bilişsel düzeyde fikirlerinin ciddi anlamda bulanmasına yol açmıştı. Moscovici, Lage ve Naffrechoux 1969 yılında, Asch’in “Uyma Davranışı” deneyinde kullanılan düzene benzer bir düzen kullanarak yaptıkları deney sonucunda, küçük bir azınlığın çoğunluğun yargılarını kaydırabildiklerini gördüler. Katılımcılar renk körlüğü testinden geçtikten sonra altışar kişilik gruplar halinde bir araya getirildiler ve hepsine gösterilen rengin ne olduğu soruldu. Gösterilen otuz altı renk saydamının hepsi farklı tonlarda mavi idi. Katılımcıların görevi gösterilen saydamın rengini yüksek sesle söylemekti. Altışar kişilik denek grubunda her zaman iki katılımcı sahte (araştırmacılarla işbirliği yapan katılımcılar), kalan dört katılımcı gerçek katılımcıydı ve diğer iki katılımcının da kendileri gibi olduklarını düşünmekteydiler. Deney şartlarından birinde bu işbirlikçi iki katılımcı her denemede birbirleri ile tutarlı bir şekilde slaytların yeşil olduğunu (tutarlı olma şartı ile) diğer deney şartında ise 24 defa yeşil, 12 defa mavi olduğunu söylediler (tutarsız olma şartı ile). İşbirlikçi katılımcıların bulunmadığı kontrol grubunda gerçek katılımcılar hiçbir şekilde yeşil tepkisi vermediler. Tutarsız olma deney şartında gerçek katılımcıların yeşil tepkisi verme oranı %1 düzeyinde iken, tutarlılık şartında katılımcıların %32’si en az bir defa yeşil tepkisini verdi. Ortalamaya bakıldığında, katılımcıların tepkilerinin %8’den fazlası, yeşildi. %8’lik oran size ilk etapta bir şey ifade etmeyebilir ama bu deneyi takip eden 2. deneyin sonuçları oldukça çarpıcı. Aynı denekler, ilkiyle hiçbir ilişkisi olmayan tamamıyla farklı bir deneye katıldıklarını düşünerek girdikleri 2. deneyde, tek başlarına deney odasına girdiler. Yine aynı renkteki salytlara baktılar. Başka hiçbir deneğin cevabını bilmiyorlardı. Ne oldu biliyor musunuz? Cevapları büyük oranda “yeşilimsi mavi” oldu. Bu bulgular, azınlık etkisinin, insanların davranışlarını değiştirmede çoğunluğun etkisi kadar olmasa da etkili olduğuna işaret etmektedir. Bunun ötesinde, bu deneyin en vurucu sonucu şudur: İnsanlar azınlıktan gelen tepkilerden “bilişsel düzeyde” etkilenmektedirler. Deney sırasında, davranışsal düzeyde apaçık bir “yeşil” tepkisi verilmese de, “mavi” tepkisi de kolay kolay verilememeye başlamıştır. Ne zaman azınlık etkisi konusunu düşünsem aklıma August Landmesser gelir. Fotograftaki güruh yani çoğunluk, tarihe geçeceklerini hatta tarih yazdıklarını düşünürken, içlerinden sadece onun ismi günümüze kadar ulaşmıştır. Bir tek onun adı bilinir. O bir semboldür hatta. Bazen azınlıkta olduğunuzu düşünürsünüz, oysa sizin temsil ettikleriniz niteliksel olarak kocamandır. Etkileri de büyük ihtimalle aynı büyüklükte olacaktır. Düşünsenize; temel duygu tasniflerinin ortak paydası, olumlu duyguların temel duygu gamında azınlıkta kaldığı gerçeğidir. Azınlıkta kalan bu temel duygu ise “mutluluk”tur. Bu azınlıkta kalmış duygunun kudretinin ölçüsünü sanırım anlatmama gerek yok öyle değil mi?

  • Çalışanlarınız İle İlişkiniz Dünya Ve Güneş Gibi Mi?

    DUYGUSAL ZEKA (EQ) KOÇUNUN NOT DEFTERİ, NOT 12 "Biz iş gücü istemiştik, insanlar geldi" Max Frisch Cevabınız evet ise 2. sorum geliyor; hangi taraf güneş, hangi taraf dünya? Sizler cevabı düşünürken ben de iletişim sosyolojisinin önemli bir tespitini paylaşmak isterim. Eğer ilişkinizi dünya ve güneş olarak anlamlandırabiliyorsanız, bu ilişki “fiziksel” bir ilişkidir. Bu tür ilişkilerde her iki taraf da kendilerine biçilmiş görevleri yerine getirirler, fayda da sağlarlar ancak birbirlerinin varlıklarından haberdar değildirler. Ancak ilişki içerisinde “birbirinin varlığından haberdar olma” var ise, bu ilişki “sosyal ilişki” olarak adlandırılmaktadır. Sosyal ilişki, daima benzerlik ve/veya ait olma kavramlarını içerecek diye bir kaide yoktur. Sosyal ilişki içinde olduğumuz kişi, grup, kurum veya toplum ile aramızda zıtlıklar da olabilir. Benzerlik ve farklılık olmazsa olmazımızdır. Sosyal ilişki söz konusu olduğunda asıl olan farklılıklarımıza rağmen değil farklılıklarımızla birlikte “ait olma duygusu”dur. Kurum kültür ve ikliminin en önemli belirleyicisi de budur. Bu anlamda ancak ve ancak sosyal ilişkiyi seçen kurumların “duygusal zeki kurum” olma ihtimalinden bahsedilebilir. Kurumlar misyon ve vizyon temsilcisi olarak soyut yapılardır. Kurumları oluşturan gruplar bir başka deyişle departmanlar ise bireylerden oluşan somut birlikteliklerdir ve kurumun işlevlerini yerine getirirler. Ortak bir amaç ve gereksinim doğrultusunda kişisel değerleri ile bir araya gelen insanlar birbirlerinin duygularını, değerlerini, düşüncelerini ve davranışlarını hesaba katarak hareket ettiklerinde, kurum içinde ahenkten bahsedilebilir. Burada dikkat edilmesi gereken en önemli husus, insanların “işlerine yüreklerini koyma hâlinin” tamamıyla seçme özgürlüğü ile bağıntılı olmasıdır. Kendisini kurum içerisinde güneş ya da dünya gibi hisseden bir çalışanın bu konuda istekli olup olmayacağının cevabı ise, kurumsal niyet ve tutumda saklıdır.

  • Duygusal Zeki Olacaksan Düşüneceksin Kardeşim

    DUYGUSAL ZEKA (EQ) KOÇUNUN NOT DEFTERİ, NOT 9 "Ne kadar saçmadır insanlar! Sahip oldukları özgürlükleri kullanmazlar, sahip olmadıklarını isterler. Var olan düşünme özgürlüklerini kullanmazken ifade etme özgürlüğü talep ederler.” Søren Kierkegaard Bu yazıyı, duygusal zekâ ile düşünme eylemi arasındaki doğrudan ilişki sebebiyle yazıyorum. Bu konuda yol kat etmediğimiz müddetçe kendi duygusal kaderimizi kendimizin çizmesi de mümkün değil çünkü. Hep söylüyorum, insan enteresan bir varlık. Gezegendeki tüm canlılardan farklı olarak gelişmiş bir korteksi var. Biz, Homo Sapiens’in hayatta kalan tek alt türü olan Homo Sapiens Sapiens yani "düşündüğünün üstüne düşünebilen insan"ız. Yalnız şöyle enteresan bir durum var; zaman içinde tersine nöroplastisite mi oldu nedir, düşünebiliyor ama düşünmüyoruz. Gerçi bunun sebebi çok tutumlu ve enerji israfı karşıtı bir varlık olduğumuz da olabilir. Öyle ya, bizim yerimize düşünüp nasıl yaşayacağımızı, giyineceğimizi, besleneceğimizi, beğeneceğimizi, ayıplayacağımızı, seveceğimizi, nefret edeceğimizi, anne-baba olacağımızı, cinsiyetimizin sorumluluklarını, yaşanabilir ortam tanımını ve hangi durumlarda hangi duyguları hissedeceğimizi vs.. belirleyen hakim toplumsal değerlerin içine doğuyoruz. Yeni icat çıkarmaya hiç gerek yok ! İyi de burada bir acayiplik var. Parmak izini düşündüğümde daha kuvvetli hissediyorum bunu. Bu gezegeni tecrübe edelim diye gerekli olan bedenimiz dizayn edilirken, bu bedene kocaman bir de mesaj eklenmiş; “Sen farklısın, eşin benzerin yok !” E o zaman bizi oldurana hakaret değil midir bu farklılığı yok saymak? Gördüğünüz üzere konu aslında oldukça derin. Ama olsun, madem korteks gelişmiş ve düşünme yetisi var kullanacağız. Yine de sınırlayalım elbette ve bizi mikrodan makroya taşıyacak yetkinliğimiz düşünme özgürlüğü olsun. Düşünme özgürlüğünü kullanmak aslında o kadar basit ki! Üstelik pek çok özgürlüğün aksine ona sahip olmak için koca koca savaşlar vermek zorunda değiliz. Çünkü süreç kafatasımızın içinde gizli kapaklı gerçekleşiyor. Biz ifade etmedikçe bizden başka kimsenin haberi olmayan bir süreç bu, yani şahane! Düşünmek kendimizden başka kimseye hesap vermediğimiz bir eylem. Ama konu düşünme değil de düşünce özgürlüğü olunca işler biraz değişiyor. Öyle ya, insanoğlu “düşünce suçu” diye bir şey de icat etmiş durumda. Düşünebilirsin ama düşündüğünü söylersen işler bazen feci halde karışabilir. Bu noktadan bakınca düşünme yetisi olduğu halde düşünmeyen insanların varlığını, savunma mekanizmalarımızın gelişmiş olması sebebine bağlayabiliyorum. İşte bu bir nebze anlaşılabilir. Bu durum; sosyalleşme, bir topluluğa ait olma ve kendinden daha yüce bir misyona bağlanma ihtiyacı olan insan için farklı sonuçlar da doğuruyor elbette; Başkalarının ifade ettiklerini doğru saymak, başkalarının yapıştırdığı etiketleri kimlik kabul etmek ve daha da acayibi bunlar için savaşmaya hazır olmak… Yani düşünme eylemi başka bir kafatasının içinde gerçekleşiyor çıktısını da biz sahipleniyoruz. O çıktı bizim hayatımız oluyor ve o hayatın getirisi olan duyguların güdümüne giriyoruz. Bunun daha konforlu olduğunu gerçekten düşündükten sonra bu yaklaşımı sahiplenenler de olabilir tabi. Ama bu düşünmeme hâlinin kök sebebinin, insanların sahip olduklarından emin oldukları şeylere karşı ilgisiz ve ihtiyaçsız hissetmeleri olduğunu düşünüyorum. Mesela Haydarpaşa tren garı iken, trenle seyahat konusunda karşı koyamadığım bir istek duymadım hiç. Ne zaman ki onu elimden aldılar o gündür bugündür vapurla önünden her geçişimde iç geçirip oradan trene binmeyi hayal ediyorum. İşte tam da bu yüzden, halen düşünme melekesi elimizden alınmamışken tepe tepe kullanalım derim. Keyfini çıkaralım, sonuna kadar, yoruluncaya kadar kullanalım bu yetimizi. Kim bilir? Belki de bu yetimizi zamanında ve gereği kadar kullanmadığımız için ifade özgürlüğümüzü kaybetmişizdir. Bence mantıklı…

  • Kendine Mektup Yazmak

    DUYGUSAL ZEKA (EQ) KOÇUNUN NOT DEFTERİ, NOT 7 Kendinize mektup yazdığınızda, kendinizi adeta bir kitap gibi okuyabilirsiniz ve “özfarkındalık” çiçek açar. Hakikaten nefis bir metottur. Özellikle duygusal zekâ temalı atölye ve eğitimlerde katılımcılara ısrarla öneririm. Aynaya bakmak zaten çok mühimdir de, geçmişten bugüne zihninizde ve duygu dünyanızda olup bitenlerin eyleme dönüşmüş hallerini görmek harikulâdedir. Bu metot; kendinizle gurur duymanız için size pozitif bahaneler sunarken, kendinize kızacaksanız da buna haklı sebepleriniz olduğunu görüp ders almanıza vesile olur. Sizinle 2009 yılında kendime yazdığım bir mektubu paylaşmak istiyorum. Mektubu “biz” dili ile yazmışım. Bunun sebebini de hatırlıyorum. Bunu daha sonra bir makaleye ek yapıveririm demiştim :) Bu çok normal… Çünkü ben mavi dominantım (structogram öğretisine göre) ve daima ilerisi ile ilgili minör de olsa planlarım vardır. Zaten yazdığım sıralarda da bir yerlerde paylaşmışım. Sonra da “7 sene sonra tekrar gözden geçir” diye not düşmüşüm. Sevindirici olan; kendime verdiğim ödevleri alıp kabul etmiş olmam. Onları kalın olarak işaretleyeceğim şimdi. Mektup şu şekilde: “Sevgili Ayça, Aslında bizler hayatı değil, sosyal normlara uyum sağlamayı öğreniyoruz. Yani büyük bir yanılgı içindeyiz. Paradigmalarımızın içinde öyle bir boğuluyoruz ki, hayatı öğrenmeye vaktimiz kalmıyor. Bu konu üzerinde çok düşünmek lazım. Zaten dünya böyle bir döneme girdi sanki. İnsanlar, inanılmaz bir arayış içerisinde. Yani global bir uyanma hâli yaşanıyor sanki. Herkes çılgınlar gibi birtakım felsefi gruplara üye olup kafa yormaya başladı, değişik inanç sistemleri her yerden mantar gibi biter oldu, davranış bilimleri bazlı eğitim sistemleri patlama yaşıyor. Yani insanlar şu sıralar "gerçek hayat" ve "insan" olgusu ile ilgili farkındalık yaşama eğiliminde. Eskiden hint fakiri, hippi ya da uçuk diye tabir ettiğimiz inanlar guru kabul edilir oldular. Dünya nimetlerinden, bağlı oldukları toplumlardan ve bu toplumların kurallarından koparak içine dönen hatta Tibet’te yaşamaya karar veren insanların yazdığı kitaplar yok satmaya başladı. Hepimiz "bir çift yürek"i okuyup, çöl ortamında iptidai bir yaşam süren aborijinlere ve tam bir doğa dostu olan kızılderili kültürüne hayranlık duymaya başladık. Uzun lâfın kısası "uyandık!" Ben kendi adıma bu uyanıştan büyük memnuniyet duymaktayım. Çünkü ben "hayat" diye bize yutturulmaya çalışılan hapları almaktan uzun süre önce vazgeçtim. Dünya çok zor bir dönemden geçiyor bu bir gerçek. İnsanlık olarak savaş, terör, küresel ısınma, doğal afetler ve açlık gibi birtakım zorlu sınavlardan geçiyoruz, geçeceğiz de. Ama şu da bir gerçek ki; insanların silkelenip atılım yapmaları ve gelişmeleri için zorlayıcı birtakım sebepler olması gerekiyor. Çünkü rahatı yerinde ve huzurlu olan insan otomatik olarak atalete esir düşüyor. Kendini geliştirmek ya da değiştirmek gereği duymuyor, istemiyor da... Tanrı gelişmemizi istiyor olmalı ki, tüm bu olumsuzluklar sanki bir anda patlayıverdi. Bizim de bu çağrıya kulak vermemiz gerek sanırım... Toplumsallaşmakla gerçek hayatı anlamanın farkını irdeleme zamanı şimdi. Bu zorlu sınavda hepimize kolay gelsin. Sevgilerimle, Ayça ” Düşünmek, hazırlıklı olmak, öğrenmek bir yana asıl son paragrafa ciddi zihinsel mesai harcadığımı şimdi anlıyorum. 40 yaşından sonra tekrar üniversiteye başlayıp Sosyoloji eğitimi almaya başladım çünkü. Şu anda 3. sınıftayım. Bu kararın tohumlarını o kadar erken attığımın farkında değildim. Çünkü zihin çoğunlukla sessiz sedasız yol alır. Kendimize sorduğumuz soruların çoğunlukla cevapsız kalmasının sebebi de budur. Ama yazı kalır. Kendinize mektup yazdığınızda, kendinizi adeta bir kitap gibi okuyabilirsiniz ve “özfarkındalık” çiçek açar. Benim yolculuğum devam ediyor ve tabi ki mektuplarım da… Deneyin bence :)

  • Whataboutism'siz Sev Beni

    DUYGUSAL ZEKA (EQ) KOÇUNUN NOT DEFTERİ, NOT 2 “Bencillik bir insanın kendi istediği gibi yaşaması değildir, başkalarının da onun istediği şekilde yaşamasını istemektir.” Oscar Wilde Son zamanlarda dikkatimi feci halde çeken bir durum var dostlar. Hemen hemen herkes, bir çeşit suçluluk duygusunun pençesine düşmüş durumda. Doğrusunu söylemek gerekirse, bunun bir salgın olduğuna, kendimin de bu canavarın eline düşeyazmamla keşfettim. Her şeyden önce kendi kendimin koçu olduğumdan olsa gerek, aşina olmadığım bir duygu durumu yaşadığımda dururum. Durmam gayet de belirgin olur. Belirgin olduğunu biliyorum, çünkü o esnada yanımda biri varsa endişeli gözlerle bana bakıp “ne oldu?” der. Ben o sırada ya gözlerimi bir noktaya dikip kalakalmışımdır, ya da birden susmuşumdur. Cevabım genellikle şu şekilde olur: “bilmiyorum, bir şey oldu bi dakka” Durmanın ve içime bakıp “ne oluyor orada?” diye sormanın daima çok faydasını gördüm. Benim için, duyguyu tanımanın ve içinde barındırdığı bilgiye ulaşmanın en etkin yollarından biridir bu. Aynı zamanda yavaşlamak ve o ânı kaçırmamak adına da son derece etkili bir metot olduğunu söyleyebilirim. Konuya tekrar dönecek olursak, bahsettiğim bu “bir çeşit” suçluluk duygusu, beni sosyal medyada yakalamaya kalkıştı. Whataboutism, soğuk savaş döneminde dillendirilmiş bir Sovyet propaganda stili... Bir takım algı oyunlarıyla zihne saldırıp, bilişsel çarpıtmaları harekete geçiren bir süreç. Ama ben şunu bilir şunu söylerim, bence Nikitalar gelsin bu metodu bir de bizim toplumumuzda gözleyip bir çeşit doktora derecesi alsınlar. Neden mi? Bir süredir, sosyal medya hesaplarınızda neyi paylaşıp neyi paylaşmayacağınızı seçmek size sıkıntı vermeye başladı mı? Cevabınız evet ise, bunun başlıca nedeni, büyük ihtimalle gelen ve/veya gelebilecek yorumlardır. Mesela: Sokak kedilerine bu kadar önem veriyorsun, onca aç çocuk var onları neden paylaşmıyorsun? Bu eylemi destekliyorsun, peki ya şu olurken neredeydin? Yazık yazık, şu Amerikalı şarkıcının ölümünün, X kadar değeri yok Vidividi ülkesindeki çocuklar çocuk da, Fitifiti ülkesindekiler değil miydi? Sen onun bayramını kutladın, bunun bayramını niye kutlamadın? Yaa öyle mi? Peki ya senin şu şu şu tavrına ne olacak? Bizimkilere laf ediyorsun da, sizinkilerin şu yaptığına ne demeli? Tanıdık geliyor mu? İşte bunlar hep whataboutism.. Whataboutism, zeytinyağı gibi suyun üstüne çıkmak hedefini oldukça aşmış durumda. Öyle ki; iyi bir şey yaparken, daha önce görece başka bir iyi şey yapmadığın için kınanma ve bu sebeple suçluluk duygusuna itilme hâlini hemen herkes yaşamaya başladı... Aslına bakarsanız, bildiğiniz saldırı bu. Saldırırken de, saldırılan insanların duygularının sömürüldüğü bir eylem. Çünkü beynimiz, bu tür sorularla karşılaştığında, derhal yaptığı eylemi rasyonelize etmeye yarayacak argüman arayışına giriyor. İnsanın içinden, “dün bir aç çocuk doyurdum, şimdi müsaadenizle hayvan barınakları ile ilgili bir paylaşım yapabilir miyim?” diye sormak gelebiliyor.. Bu durumun en etkili ilacı, bir an evvel hep birlikte, tek vücut hâlinde sevineceğimiz olayları çoğaltmak olurdu her halde. Ancak bu ilaç henüz eczanelere gelmemiş, gelmesi de zormuş öyle dediler. Milli maç zamanlarında ilaçsız iyileşme görülebiliyormuş ki o da bir teselli. Ama ben derim ki; kendi duygusal kaderinizi kendiniz çiziniz. Kedi sevmek suç değildir mesela..

  • Şimdi Tam Zamanı! Y Şirketleri ve Şefkatli Kapitalizm

    DUYGUSAL ZEKA (EQ) KOÇUNUN NOT DEFTERİ, NOT 5 “Kâr dışında hedefler belirlemek, şirketin iş yapma biçimini yeniden tanımlar” Daniel Goleman Bir ve birlik olmanın bizim için hayatî gereklilik olduğunu iyiden iyiye idrak ettiğimiz şu günlerde, “Y Şirketleri” modelinden bahsetmeyi yerinde buluyorum. 14. Dalay Lama Tenzin Gyatso’nun, duyduğunda “Şefkatli Kapitalizm” olarak değerlendirdiği bu model, ülkemizi karanlıktan aydınlığa doğru hızla taşırken tüm dünyaya örnek olabileceğimiz yöntemleri içeriyor. Y Şirketleri’nin misyonunu; kâr etmenin yanı sıra, topluma, çevreye ve gezegenimize yararlı olmak, iyi kazanırken iyilik etmek şeklinde özetlemek mümkün. “Şefkatli Kapitalizm”, etik dışı, hatta düpedüz yasa dışı olan işletmelerin şeffaflıktan yoksun olarak gelişip serpilmesini tanımlamak için kullanılan “Gangster Kapitalizmi”ne panzehir olarak da ele alınabilir. Gangster Kapitalizmi’nin kol gezdiği yerler; üst düzey siyasetçilerin kendilerinin ve yakınlarında tuttuklarının etik ve hukuk tanımaz bir biçimde zenginleştikleri, doğal kaynakların talan edildiği ve tüm bunların şeffaflıktan uzak bir biçimde gizli kapaklı faaliyetler şeklinde sürdürüldüğü yerler olarak tanımlanıyor. Daniel Goleman’ın “Kurumsal Duygusal ve Sosyal Zeka” ve “Ekolojik Zeka” bakış açısı ile de son derece uyumlu olan bu modeli benimseyen şirketler, kapitalizmi, yalnızca kârlı değil, aynı zamanda anlamlı da olacak şekilde yeniden yaratıyorlar. Sorumluluk duygusu, güven ve bir olmak üçlüsünün desteklediği bu model, Dalay Lama’nın çok önemli bir tavsiyesini içeriyor : “ Yapabileceğiniz her yoldan, başkalarına yardım edin”. Daniel Goleman’ın aktardığına göre; Dalay Lama, ülkeleri, politikalarının başarısını “Gayri Safi Yurtiçi Mutluluk” açısından tanımlamaya teşvik eden grupları alkışlarken, bu şefkatli ekonomi idealini -lafta kalmayıp- eyleme dönüştürmenin yaratıcı yollarından herkesin haberdar olmasını hâlâ beklediğini ifade ediyor. Daniel Goleman, “İyilik Gücü- Dalay Lama’nın Dünyamız İçin Vizyonu” adlı kitabında çok çarpıcı örnekler vermiş. Bunlardan ilki, şirket mottosu “Biz browni üretmek için insan çalıştırmayız, insan çalıştırmak için browni üretiriz” olan Greyston Bakery. Bu fırın, evsiz barksızları, sosyal yardımla yaşayanları, okuma yazma bilmeyenleri ve şiddet gören kadınları işe alıp eğitiyor. Mutlu insan hayatlarını, mutluluk veren çikolatalar üretirken inşa ediyorlar. Bir örnek de bankacılık Sektöründen… Bangladeş’deki Graamen Bank’ın kurucusu Muhammad Yunus, yoksulların kendi küçük işletmelerini kurmalarına yardım eden, sonradan başkalarına kredi verilmesi için geri ödeyecekleri mikro kredilerin öncülüğünü yaptı. Banka, “bilinçli kapitalizm” ya da “amaç güdümlü işletme”den “etki yapan yatırımcılık”a dek bir çok adla bilinen yeni bir hareketi temsil ediyor: İş, bir iyilik gücüne dönüşüyor. Bir başka örnek de bilişim sektöründen; Bulut programlama şirketi Salesforce, “1:1:1” ilkesini izleyerek, kârının %1’ini , ürününün %1’ini ve çalışanlarının zamanının %1’ini değerli amaçlara adıyor. Çalışanlar, kendi hayatlarını mümkün olan en iyi biçimde idame ettirirlerken, başkalarına da faydalı oldukları duygusunun motivatörlüğü eşliğinde mutlu çalışıyorlar. Benim en çok etkilendiğim örnek ise spor kıyafetler üreticisi Patagonia oldu. 2012’de bir Y Şirketi olan Patagonia, mali getirisi çok sonra olabilecek bir projeyi, bu kararı sayesinde aldığı yasal destek ile hayata geçirebiliyor: “dalış kıyafetleri için petrol yerine bir çöl çalısından üretilen kauçuğu geliştirmek”. Bir yandan araştırmalarına fon yaratırken, diğer yandan araştırmacıların eğitimini destekliyor. Gezegen’e ve geleceğin insanlarına hizmet ederken bir yandan da kazanmaya devam ediyorlar. Y Şirketi esasları, rekabette de devreye giriyor. Dalay Lama’nın Y Şirketlerinden etkilenmesinin en büyük sebeplerinden biri de bu gibi görünüyor. İşletmelerin acımasız “kazanan her şeyi alır” düşünce tarzına alternatif olarak; “ İlerlediğiniz, ama aynı zamanda başkalarının ilerlemesini de mümkün kıldığınız pozitif kapitalizm” görüşünü öneriyor ve ekliyor: “Küresel ekonomi, hepimizin üzerindeki bir çatı gibidir. Ama ayrı ayrı sütunlarla desteklenir”. Daniel Goleman da “Kâr dışında hedefler belirlemek, şirketin iş yapma biçimini yeniden tanımlar” diyerek, kurumsal duygusal zeka ve ekolojik zekaya katkıları nedeniyle bu bakış açısını desteklediğini belirtiyor. Bence denemeye, dönüşmeye değer…

  • 1,5 Kg. : Akıl, Duygu ve Odak

    Beynimiz (Kafatasımızın içine konuşlanıp duyulardan gelen istihbaratları düzenleyerek bizi ayakta tutan ve yaklaşık 1,5 kg ağırlığında olan komuta merkezi) kabaca 2 sistem içerir. Bu iki sistem, David Eagleman’ın deyimiyle, beyni, bir rakipler takımına dönüştürür. Akılcı ve duygusal sistemler olarak kategorize edilebilecek bu sistemler, ana hedeften bağımsız olarak kendi hedefleri doğrultusunda işler. Her iki sistem de işini gereği gibi yerine getirdiğinde ana hedef olan öz gerçekleştirim kendiliğinden ışık saçar. Tuhaf olan, her iki sistemin de bu ana hedeften bağımsız olarak görevini yerine getirmesidir. Akılcı sistemin odağı tecrübe ettiğimiz dış dünyadır. Duygusal sistem ise içeride neler olduğunu kolaçan etmektedir. Birbirlerinin umurunda değillermiş gibi görünen bu iki sistem, tek başlarına kaldıklarında bizi de yolda bırakırlar. Duygusal sistem acıktım dediğinde, o halde yemeliyim diyen akılcı sistemdir. Akılcı sistem sizi bir restorana da götürür ama hangi restorana gideceğinizi duygusal sistem belirlemiştir. Akılcı sistemimiz yardımıyla karmaşık formüllerden oluşan bir matematik problemini çözebiliyorken, rengine bir türlü karar veremediğimiz bir ruj yüzünden gözüne ışık tutulmuş tavşan gibi kalakalıp görece daha basit bir problemi çözememek sanırım çok can sıkıcı olurdu. Öz farkındalık odaklanmanın temelidir. O halde ya iki rakip sistemimizin dizginlerini gerektiği gibi tutarak, farklı yönlere saldırmalarını engelleyip yolda kalacağız ya da susamış bir balık misali garip bir algı dalgası içerisinde hayattan geçip gideceğiz. Çünkü kendimize odaklanmayı başaramıyorsak, hayattaki diğer alanlara hatalı odaklanıyoruz demektir. Odağımız ise gerçekliğimizdir. Seçim bizim…

  • Odak Noktası ve Üç Bir Taraf

    1,5 KG : AKIL, DUYGU VE ODAK başlıklı yazımda, bir rakipler takımından bahsetmiştim. Bu iki rakibi de akılcı ve duygusal sistemler olarak kategorize etmiştim. Bu konuya biraz daha devam etmek istiyorum. Çünkü bu iki sistem, odağımızın tam olarak ne olduğunu belirliyor. Görünen o ki; iyi bir yaşam için 3 odaklanma alanının tamamında ustalaşmamız gerekiyor. Daniel Goleman bu 3 alanı şu şekilde kategorize etmiş: 1. İçsel Odaklanma 2. Başkalarına Odaklanma 3. Dışsal Odaklanma İçsel odaklanma; bizi içgüdülerimize, hislerimize, yol gösterici değerlerimize yöneltiyor. Bu da, bizi daha iyi hissettirecek kararlar almamıza yardımcı oluyor. Başkalarına odaklanmaya bakacak olursak; yönümüzü bu odaklanma biçimiyle bulduğumuz söylenebilir. Çünkü sosyal bir varlığız ve ayna benlik kuramı doğrultusunda, başkalarının vasıtasıyla kendimizi biliyoruz. Dışsal odaklanma ise; içinde dönüp durduğumuz sistemin farkında olmak ile ilgili. Sistem farkındalığı ise yaşama daha panoramik bir bakış ile yaklaşma yeteneğini beraberinde getiriyor. Bu üçü de birbirinden merdane odaklanma biçimi, akılcı ve duygusal sistemler ile ortak kaderi paylaşıyor: Tek başınalık = çuvallama Daniel Goleman, bu çuvallama hadisesini şu şekilde özetlemiş: “İç dünyasına kulak vermeyen biri (lider) dümensiz olacaktır; başkalarının dünyasına karşı kör biri her şeyden habersiz kalacaktır; içinde faaliyet gösterdikleri sistemlere kayıtsız olanlar gafil avlanacaktır.” Görünen o ki; tatminkâr bir yaşam için bu alanların dengesini kurmak konusunda ustalaşmak gerekiyor. Şu anda ülke olarak yaşadığımız ve üzgünüm ama daha da fazlasını yaşayacağımız sıkıntıların özünde bu dengeyi bulamamış olmamız var. Halen, sokma akılın hapşırıkla çıktığı konusunda aymış değiliz. İşin kötüsü, inanılmaz bir enformasyon bombardımanı içindeyiz ve bu bombardıman odağımızı çalıyor. Oysa Kara Fatma, bize muazzam bir mesaj bırakmış. Mesajı, silik, soluk bir fotoğraf. Buyurunuz baş başa kalınız, hissediniz ve düşününüz. “Artık kadın erkek yok, artık istiklal var! Kadınsam Türk de değil miyim?” Kara Fatma

  • Y’lerin Duygusal Zekâsı Üzerine Ahkâm Kesmek

    “Gençliği anlamadığımız an, dünyadaki işimiz bitmiş demektir” GEORGE MC DONALD X’ler hâlâ ve ısrarla “ah bu Y’ler” diye çığıradursun, kuşağın başlangıç eğrisinde olanlar koca adam oldu bile. Valla helal olsun diyeceğim; çünkü kendilerini de bizden korumayı başararak büyüdüler. Bir X olarak, varlıklarına daima müteşekkir oldum. Çünkü onlar, bize unutturulanların meşalesini taşıdılar.. hem de meşaledeki ışığı söndürmeden yaptılar bunu. Evet, bizim ölçülerimizde asiydiler. Neden? Çünkü soru soruyorlardı. Emire itaat dediğimiz şey pek azına normal geldi. Çoğunlukla, sorguladılar. Bunu yaparken kantarın topuzunu kaçırdıkları olmadı mı? Elbette oldu, onlar da insan yahu. Kim kaçırmıyor ki o topuzu? Hele de gençken… Niye onlar mükemmel olmak zorunda? Biz çok mu mükemmeliz? Ayrıca mükemmel nedir? Pek çoğu üniversiteden mezun olduğunda müdür olacak sanmış olabilir, ama bu sanılarında pek haksız da değiller doğrusu. İstisnalar kaideyi bozmaz ama, etrafınızdaki yöneticilere bir bakın. Sanırım ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Rol modeller ortada. Y’leri kendilerini tanımamakla bu sebeple Dunning Kruger’ın pençesinde olmalarıyla da bol miktarda eleştirdik. Kendini tanıma, bilme ve tanıdıklarını yönetme becerisi bildiğiniz üzere Duygusal Zekâ’nın ta kendisidir. İyi de onların anne babaları olan kuşak çok mu başarılıydı bu yetkinlikte de çocuklarına bu beceriyi aktardılar? İnsan öğrenen varlıktır ve ayna benlik kuramı da muazzamdır, bunu hiçbir zaman akıldan çıkarmamak gerek. Bugüne dek Y kuşağı ile yaptığımız hiçbir eğitimde direnç görmedim ben. Çünkü anladım ki; eğer Duygusal Zeka öğretisinin onlara olan faydasını satarsanız, onlar bu konuda gelişmek için her şeyi yapıyorlar ve onlara metot gösterdiğiniz için size sonsuz saygı duyuyorlar. Manevi yönleri, düşünülenin aksine son derece açık. Bilimsellikle sipiritüellik arasındaki işe yarar bağlantıları çok çabuk çözüyorlar. Onları iş yerlerinde tutmak bu sebeple zor. Onlar, değerleri ve beklentileri ile yaptıkları işi uyumlu kılabildiklerinde doğru yerde olduklarını anlıyorlar. Bu anlayışı takiben kurum bağlılığı geliştirmeleri hiç de zor olmuyor. Şunu bilir şunu söylerim; insanlar aynı enerji ile doğar, kendilerinden önce doğup büyümüş insanlar tarafından acımasızca törpülenerek başka bir şeye dönüştürülür. Zaten kendileri de daha evvel dönüştürülmüştür. Y’leri dönüştürmeyin, potansiyellerini fark edin. Henüz geç değil..

  • Hepsi Babil Kulesi Yüzünden

    “Çağdaş insanlara boş bir hayal gibi ve ilerideki nesillere besbelli görünen fikirler arasında; değişik milletler için ortak bir dil oluşturulması da vardır” Ludoviko Zamenhof Uzunca süredir üzerinde düşündüğüm bir konu hakkında yazmak istiyorum bu hafta. Bir dünyalı olarak kanıma dokunan bir konu bu; siz hiç farklı diller konuşup anlaşamayan bir Vulcan’lı gördünüz mü? Ya da kendi halkından biriyle konuşmak için tercüman kullanan bir Endor’lu ile karşılaştınız mı? Gerçi onlar da bir şekilde İngilizce konuşuyorlar ama olsun :) Sonuç itibariyle biz de onları Türkçe alt yazı ile anlamaya çalışıyoruz. Bu, benim ölçülerimde çok enteresan bir konu. Biz dünyalılar bildiğim kadarıyla, aşağı yukarı 30 küsür dil ailesine bağlı bilmem kaç yüz tane dil konuşuyoruz. Bunlar da kendi içlerinde şivelere ayrılıyor tabi. Ve fakat, bilim kurgu film ve kitapları için kurguladığımız gezegen sakinlerinin tamamının aynı dil ile iletişim kurduğunu varsayıyoruz. Kendi durumumuz bu olmasına rağmen uzaylıların anlaşamama ihtimali bize garip geliyor. Bir de alfabe meselesi var ki oldukça çetrefil bir konu bu. Hal böyleyken, yarın öbür gün insanlık tarihi konusunda uzmanlaşmak isteyen bir Marslı’nın durumunu düşünemiyorum. Uzaylıcağız hangi toplululuğu hangi dil ailesine ait dil ve alfabe ile çözümleyeceğini anladığı an üşenip “şu gezegeni imha edelim gitsin” derse hiç şaşırmam. Böylece, Marslılar kötü değildir sadece üşengeçtir diye de evren tarihine geçerler. Gelelim bu fantastik şeylerin zihnime doluşmasının nedenine.. Çok basit; hatırı sayılı bir süredir kurumsal eğitimlerle haşır neşir biri olarak, eğitim kataloğunda “iletişim” başlıklı ve/veya hedefli programı olmayan bir kurumla hiç karşılaşmadım. Güçlü kasımız olan duygusal zeka eğitimlerinin talep nedenlerinden en önemlisi de çoğunlukla ilişki yönetimi olmuştur. Duygusal zeka’dan takım çalışmasına, liderlik programlarından satış eğitimlerine, mobbing’den verimliliğe, eğiticinin eğitiminden müşteri memnuniyetine kadar her programın icrasında muhakkak iletişim ve ilişkiler konuşulur. Hatta katılımcılar bu konuda ısrarla yönerge isterler. Bu işin bir ilacının olduğunu umut ederler ve bizden de bu ilacı talep ederler. Elbette bir takım metotlar öneririz. Ama bu metotların işe yaraması için, kişinin değerlerini harekete geçirmesinin gerektiğini, bunun yolunun da öz farkındalık olduğunu muhakkak belirtiriz. Biz efsaneleri olan varlıklarız. Her efsane içinde bilgi barındırır ancak Kronos sadece kendi çocuklarını değil bilgiyi de yer. Geriye de hikayeler kalır. Bu hikayelerden birine göre, şu andaki iletişim sorunumuzun kaynağı, Tanrı’nın olduğu yere ulaşmaya çalışan insan atalarımızın inşa ettiği bir kuledir. Hikaye bu ya; bu cüret, insanların birbirlerini anlamasını engelleyecek bir ayrışma ile cezalandırılmıştır. İşte biz o günahın evlatlarıyız gibi romantik bir cümle ile konuyu kapatamayacağım. Bu kadim hikayenin unutulan bilgisi bence şuydu; İnsanlar Tanrı’nın olduğu yere ulaşmak için el birliği ile bir kule inşa etmeye başladılar. Ancak inşa sırasında bir olduklarını unuttular, kule yükseldikçe ihtirasları da yükseldi. Aynı dili konuşurken bile bir olmayı göz ardı ettikleri için de sınavları ağırlaştırıldı. Kendini bilmeyen, insan olmayı anlamayan ve bir olamayan insan için o hedef zaten ulaşılabilir değildi. Hazır olup bütün olabilmesi için kırk fırın ekmek yemesi gerekiyordu. İşte biz şimdi o kırk fırın ekmeği yemenin derdindeyiz. Ben böyle düşünmeyi seçiyorum. Kendiyle iletişim kuramayan bir insan, başkalarıyla iletişim kuramaz. Hele bir Vulcan’lı ile asla..

  • Argumentatum Ad Ignorantiam

    “İnsanın cahil olduğunu bilmesi, ilme atılmış ilk adımdır.” Benjamin Franklin Beyin.. anlamlandırmadan duramayan, anlamlandıramayınca rahatsızlanan bu rahatsızlıkla da kemir kemir kemiren organ. Beyin hakkında onca muazzam şey varken işin neden bu tarafına taktın derseniz cevabı çok basit; etrafımızda gördüğümüz, yaşadığımız, hissettiğimiz her şey uyduruk. Uyduruktan kastettiğim elbette basit ve işlevsiz demek değil. Kastettiğim şey; tüm medeniyetimizi beynin uydurma kabiliyetine borçlu olduğumuz. Yani beynin ihtiyaçla uyumlama ve yaratma hâli.. Alışkanlıklarımız, görüşlerimiz, bakış açımız, değerlerimiz, inançlarımız ve hatta bildiğimizi sandığımız pek çok şey bu uydurmanın ya da uyumlu hâle getirmenin eseri. Argumentum ad ignorantiam "bilgi yoksunluğundan kaynaklanan argüman" anlamına geliyor. Biz bunu daha da basitleştirelim ve pek çok davranış bilimci gibi “cehalete başvurma” diyelim. Sonra da kendimizden başlayarak mümkün olduğu kadar panoramik bir bakış açısıyla etrafımıza bakalım. Biz insanlar yaşamlarımız boyunca haller yaşıyoruz. Ancak bu halleri yaşamakla yetinemiyoruz çünkü beyin sapı, limbik sistem ve neokorteksin el ele verdiği kontrol panellerimiz var. Bu panel anlamlandırma ihtiyacından beslenen bir panel. Herhangi bir olayla karşılaştığımız zaman, önce bu olaya ilişkin bir his beliriyor. İşte anlamlandırma ihtiyacı da tam olarak bu his sonrasında devreye giriyor. Aslında bu mekanizmanın sebebi çok basit; her anlamda hayatta kalmak. Çünkü anlamlandırma sonrasında bizi harekete geçirecek duygu doğabiliyor. Gök gürültüsünü Tanrılar’ın kızgınlığı olarak anlamlandıran insan atalarımızdan tutun da, çantanı yere koyarsan bereketi kaçar inancına varan her şey de bu mantık silsilesini görebilirsiniz. Bu mantık hatası varlık ispatlama savaşında da karşımıza çıkıyor ve hedef daima iyi hissetmek oluyor. Anlamlandırmak ve kendisini anlamlandırdıkları üzerinden gerçekleştirmek genellikle en iyi hissettiren şeydir. Bu yüzden pek çok insan gökyüzünde gördüğü parlak ve yuvarlak cisme, bir bilim adamı çıkıp bunun bir doğa hareketi olduğunu ispatlayınca kadar uzaylı işi etiketini yapıştırıyor. Eğer bunun bir doğa olayı olduğunu ispatlayacak bilim adamı çıkmazsa, hayatı boyunca bu uzaylı işi inancıyla yaşıyor. Çünkü “uzaylı işi” argümanına karşı bir ispat olmayınca beyninin uygun görüp uyumlu kıldığı bu oluyor. O halde, bilim aksini ispatlamadıkça hayal edip kesin böyledir dediğimiz ecinli türden her şey, insanın rotasını çizmektedir. İşin en acayip tarafı ise, cehalete başvurma yoluyla elde edilen info bulaşıcıdır. Tek bir beynin uydurduğu varsayım, o varsayımdan haberdar olan her insanın beynine olasılık olarak kaydedilir ve aksi ispat edilmedikçe "Bilgi yoksunluğundan kaynaklanan argüman" insandan insana, kuşaktan kuşağa ve hatta toplumdan topluma aktarılır. Bizi biz yapan alışkanlıklarımız, değerlerimiz ve davranışlarımız bir başkasının Argumentatum Ad Ignorantiam’ı olabilir. Ya aksini ispat edecek bir bilim adamı çıkmazsa… Not: Uzaylıların olmadıklarını bana kimse kanıtlayamadı. İşin tuhafı varlıklarını da kanıtlayan olmadı. Birini seçmem gerekti ve ben var oldukları inancı tarafını seçtim. Bu da benim cehalete başvurumdur.

  • Kendi Kendine Konuşana Pozitif Deli Derler (Bir Sadelik Temennisi)

    “Bizi mutlu eden, düşünsel eğilimlerimizdir.” D. Erasmus - Deliliğe Övgü Apaçık bir gerçek vardır, o da insanların kendi kendilerine konuşan varlıklar olduğudur. Bunu genellikle sessizce yaparız. Aksi takdirde Desiderius Erasmus, methiyelerini bize düzecektir. En azından bize öyle öğretilmiştir. Bu anlamda en akıllı deliler, güfte yazarları, besteciler ve şarkıcıdırlar. Onlar iç seslerini melodik hâle getirerek haykırma şansına sahiptirler. Öyle ya; şarkıcı “sen bana neler ettin zalım” derken kendi kendine konuşmaktadır. Ama bunu hançere marifetiyle yaptığından kimse ona deli demez, “çok içli bir insan” der. Burada “içli” ibaresinin altını çizmekte fayda var elbette. O iç hepimizde var. Sadece farklı oranlarda ve farklı amaçlarla kullanmayı tercih ediyoruz. Biz kendimizle konuşuruz ve fakat bizimle konuşan sanki başkasıymış gibi davranır, ona “iç ses” gibi isimler takarız. Oysa düşüncelerimiz, daha doğrusu yorumlarımız bizzat bizizdir. Bay ve bayan iç sesler, bizi ahenkle yönetip, ne zaman ne yapacağımıza, gülümseyip gülümsemeyeceğimize ve hatta bunalıma girip girmeyeceğimize karar verirler. Bu karara önce zihin, sonra da ona eşlik eden beden katılır. Bizi huysuz ya da uyumlu kılan yegâne süreç de budur. Gelelim pozitif delilere, yani kendi kendine konuşmasından olumlu sonuçlar çıkarabilenlere. Bu insanların asgari müştereklerinin bazı zihinsel alışkanlıklar olduğu yazılıp çiziliyor. Ben yazılıp çizilenleri kendimce ve kültürel zekâmıza uygun olarak sentezleyip paylaşacağım şimdi. Çünkü takdiriniz; bu tasnifler de (her zaman olduğu gibi) batılılar tarafından yapılıyor ve olduğu gibi yaşama aktarmak ölümcül hata oluyor. Benim sentezim sadece 3 maddeden oluştuğundan kelli, iç sesimin akılcı sadelik yaklaşımım sebebiyle bana “aferin” dediğini de söylemeden edemeyeceğim. 1. Kendilerine karşı merhametli olmak Merhametin bu türüne “akılcı merhamet” demek belki de daha doğru olur. Bu insanlar, hata yaptıklarında, adaletsizliğe uğradıklarında ya da kendilerini zayıf hissettiklerinde “ben her şeyden önce bir insanım” görüşüne sarılıyorlar. Yani “felek vurmuş bir de ben vurmayayım” duruşu hâkim diyebiliriz. Olaylara, insanlara ve hepsinden önemlisi de kendilerine iyimser bir bakış açısıyla yaklaşıp, derhal güçlü yönlerine odaklanıyorlar. Bu seçimleri, onları “kurban” rolünden hızla uzaklaştırıyor ve zihinlerinde özsaygı sancağı dalgalanmaya başlıyor. Şunu da söylemeden edemeyeceğim; bir insanın kendi kendisini affetmesi, huzurun en derin hâlidir. 2. Öğrenilmiş alışkanlıkları ve değerleri düzenlemek Belki de bizim kültürel zekâmızın başrolde olduğu en mühim madde bu. Çünkü bizler, çocukluğumuzdan itibaren “ayıp, yasak ve günah” kodlamaları ile donatıldık. Bunun yanı sıra, erdem ve değer tanımlamalarımız ile algılarımız da çocukluğumuzda zihnimize ekilmeye başlamıştı. Her ekimin bir de hasadı olduğunu, bu hasadın da yetişkinliğimize denk geldiğini, yetişkin hayatımızın önemli bir kısmını da işlerimizde geçirdiğimizi söylemek mümkün. İşte pozitif delilerin farkı da bu hasat sürecinde ortaya çıkıyor. Çünkü bu insanlar, kendilerini ve/veya çevrelerindeki insanları durduran ya da kötü hissettiren düşünce kalıplarının nereden geldiğini tespit ettikten sonra bunları elimine etmenin yollarını buluyorlar. Bu anlamda onların iç seslerinin daha ziyade iyi hissetmek odaklı sorular sorduğunu, dolayısıyla meraklı iç seslere sahip olduklarını söyleyebiliriz. 3. Engelleri ve hata içeren yaşanmışlıkları başarıya giden yol olarak görmek Pozitif deliler; “Benden ne köy olur ne kasaba”, “ Böyle şeyler hep benim başıma gelir”, “Bende şans olsaydı zaten…” vb. iç seslerine, bir Çin’den bir de bizden iki farklı iç ses ile karşılık veriyorlar. Bunlardan ilki “Şans ve fırsat sadece hazır olana güler” diğeri ise “Her şerde bir hayr vardır”. Bu anlamda bu insanların aynı zamanda harika birer maceraperest olduklarını söylemek mümkün. Çünkü onlar, can sıkıcı kişileri ve durumları sorun olarak değil, durum olarak algılıyor, “madem başıma bu iş geldi bundan ne öğrenebileceğime bakayım” bakış açısıyla yaklaşıyorlar. Bu bakış açısı, zihnin odağını anında değiştirerek, hükmedilemeyen geçmiş yerine, bizim hükümdarlığımıza muhtaç olan geleceğe yönlendiriyor. Böylece yıkıcı duyguların kör kuyusuna düşmüyorlar. Görüldüğü üzere bu 3 maddenin tamamı “sadelik” paydasında buluşuyorlar. Pozitif delilik, iç sesin; düşüncelerin vesvesesinden, kuruntularından, kalıp yargılarından, varsayımlarından ve dedikoduculuğundan ayıklanmasından başka bir şey değil. Düşüncelerin ayıklanmış hâli, kendimize ve yaşama duru bir bakış açısıyla yaklaşmamızı sağlıyor. Bence sadeliğin keyfini yaşamak için hemen pozitif bir bahane yaratın kendinize. Şimdi değilse ne zaman ki zaten? Not: Başında pozitif ibaresi olmasına rağmen “deli” ifadesi ve deli olmak ihtimali sizi bir yerlerinizden gıdıklayıp rahatsız olmanıza sebep olduysa 2. maddeyi değerlendiriniz J Veee reveransss..

  • Facebook
  • Twitter
  • LinkedIn
  • Instagram
  • YouTube

©2021, Anahtar Eğitim

bottom of page