top of page

Arama Sonuçları

Boş arama ile 751 sonuç bulundu

  • EQ Koçunun Taksimetresi

    “Bize duygu, mantık ve zekâ bahşeden aynı Tanrı'nın onları kullanmamızı unutturmayı tasarladığına inanmak zorunda olduğumu sanmıyorum” Galileo Galilei Her zaman insanların kendi duygusal ve düşünsel kaderlerini kendilerinin çizmesi gerektiğini söylerim. Bu bizim en tabii hakkımızdır. Bu söylemim; mevcutta sahip olduğumuz duygusal zekâ kapasitemizin kaderimiz olmadığı görüşünü de destekler. Kişi, bu konuda yol kat etmeye niyet ettiği sürece, duygusal zekâsını geliştirebilir. Gelişim, kelime anlamıyla olumluyu çağrıştırıyor olsa da, bazı alışkanlıkların terk edilmesi gerekliliğini de beraberinde getirdiğinden, zaman zaman huzursuzluk yaratabilir. İşte bu noktada ben devreye girerim J Duygusal Zeka Koçu’nuz, yani taksi şoförünüz emrinize amadedir. Yol sizindir, tercih sizindir, giden de sizsinizdir. Taksi şoförü sizi doğru yolda tutarken, siz de yolda karşılaştıklarınıza daha panoramik bir bakış açısıyla yaklaşma şansını elde edersiniz. Pozitif Bilişsel Davranışçı Terapi alanında değerli çalışmaları bulunan klinik psikolog Dr.Fredrike Bannink de, 1.Avrasya Pozitif Psikoloji Kongresi’nde yaptığı konuşmada, pozitif psikoloji akımını takip etmeye başladıktan sonra değişen bakış açısını bu metaforla açıklamıştı. Hakikaten de durum aynen böyle.. Şimdi düşünceli bir halde taksiye bindiğinizi hayal edin. Taksiye herhangi bir hedefe ulaşmak üzere bindiniz. Ama zihniniz o kadar karışık ki, nereye gideceğinizi söylemediniz. Taksi yavaşça hareket etmeye başladı ve taksici aynı anda şu soruyu yöneltti; “nereden geliyorsun?”.. Ne kadar anlamsız değil mi? Taksi yol almaya devam ediyor, siz ona nereden geldiğinizi anlatıyorsunuz ve bu esnada taksimetre işlemeye devam ediyor. Siz nereye gitmek istediğinizi söyleyinceye kadar, taksi büyük ihtimalle tabela, trafik ışığı ve şeritlere uyarak yol almaya devam ediyor. Yani taksiyi sizin dışınızdaki yol göstericiler yönlendiriyor. Bu arada taksimetre de işlemeye devam ediyor. Hayatın taksimetresinin, lira ve kuruşları değil; saniye, dakika ve saatleri yazan bir kronometre olduğunu düşünün. Harcadığımız zamanı, yolda düşürdüğünüz ya da bozuk bir taksimetre yüzünden ödediğiniz fazladan para gibi tekrar geri kazanma şansımız da yoktur. Diyelim ki taksi şoförünüz kararlı ve size sürekli “nereye gidiyorsun?” diye soruyor. Ama siz bir türlü yanıt veremiyorsunuz ve en sonunda “bilmiyorum” diyorsunuz. Bu durumda taksi şoförünün 3 değişik tepki verme ihtimali doğuyor. Bunlardan ilki “o zaman in arabadan” olabilir mesela. Şaşkınlık, kırgınlık ve bazen de öfke eşliğinde inersiniz. İkincisi ise; “hımm o zaman şu yakınlarda süper bir alışveriş merkezi biliyorum gel ben seni oraya götüreyim” olabilir. Her iki seçenekte de, seçimi bir başkasına bırakmış olursunuz. İyi de hani kendi duygusal ve düşünsel kaderimizi kendimiz çizecektik? İşte tam da bu sebeple, taksi şoförü arabayı güvenli bir şekilde kenara çekip, “nereye gitmek istiyorsun?” sorusuna yanıt alabileceği bir fırsat yaratmalıdır ki bu da 3. seçenek olup benim tercih ettiğimdir. Aynı seçeneği, ısrarla “nereye gitmek istemediğini” söyleyen yol arkadaşları için de kullanmayı tercih ederim. Karşılaşmaktan korktuğumuz, çekindiğimiz şeyler odağımızı çalmak konusunda çok başarılıdır. Ben de bu odak hırsızının başarısından hiç mi hiç haz etmem. Duygusal Zekâ’nın geliştirilmesi yolculuğunu konforlu kılan; zihnin, geçmişi temsil eden pişmanlıklara ve keşkelerin yarattığı mutsuzluklara odaklanmasını engellemektir. Bunun yerine, karar alma ve sonrasında da harekete geçme niyetiyle şimdi ve geleceğe odaklanmak gerekir. Odaklanmanın bu türü, yok saymak demek değildir. Duyguları görmezden gelmek, gerçeği reddetmektir ve bu hiç sağlıklı değildir. Asıl olan; duygularla mücadele etmek yerine, duygunun mesajlarını almaktır. Bu mesajlar navigasyondur ve taksi şoförleri navigasyonlara bayılır.

  • Çocuklar Ebeveynlerinin “Kendini Gerçekleştirme” Platformu Değildir!

    “Büyüdüğüm zaman küçük bir oğlan çocuğu olmak istiyorum.” Joseph Heller Bazen, ebeveynliğin destek ve tedaviye ihtiyaç duyulan bir hâl olduğunu düşünüyorum. Hatta daha da ileri giderek bu hâlin bir tür delilik hâli olduğunu bile söyleyebilirim. Bu düşüncemin sebebi çok açık: İstisnalar kaideleri bozmasa da, pek çok ebeveyn, çocuklarını kendilerinin devamı olarak görüyor ve onun geleceğini "kendi doğruları" nın kılavuzluğunda oluşturmaya çalışıyor. Oluşturma kavramının altını bilerek çizdim.. Deliliğin derece göstergesi büyük ölçüde bu çünkü.. Ben de bir anneyim. Zor da olsa, çocuğumun benden bir parça olmasına rağmen, farklı özellikleri ve istekleri olan farklı bir birey olduğunu kabullendim. Üstelik, farklılığımızın, kendi gelişimim için de bir fırsat içerdiğini fark ettim. Ben onu büyütüp hayata hazırlarken, o da beni eğitiyor ve hayata bakış açımı geliştiriyor. Bizler, sürekli kendi taleplerimizi karşılamayan çocuklarımızdan bahsedip duruyoruz. Olur da, onlara gerçekten ne istediklerini sorarsak, alacağımız cevapların mantıksızlığı konusundaki peşin hükümlerimizin prangası ile zapt edilmiş vaziyetteyiz. O cevaplar kafamızın içindekiler ile uyum sağlamazsa (ki hayatta başarılar, asla sağlamaz) önce hayal kırıklığı ve hemen ardından da öfke nöbetine yol açan mikro sinyaller veren bir pranga bu. Yani önce o prangayı devre dışı bırakmak şart.. Bizler isteklerimiz gerçekleşmediğinde ya da işlerimiz umduğumuz gibi yürümediğinde nasıl huzursuz oluyorsak, çocuklarımız da, insan olmaları gereği aynı huzursuzluğu yaşıyorlar. Size sunulmadığını düşündüğünüz fırsatlar sebebiyle sahip olamadığınız hedeflerinizi çocuklarınız sahiplenmek zorunda değiller. Bu iş padişahlık gibi atadan oğula geçmiyor. Ben bir seçim yaptım ve kendimi çocuğuma kılavuz kıldım. Biz ebeveynler, çocuklarımıza hedef belirlemek yerine, kendi başarı faktörlerini ve potansiyellerini ortaya çıkarmalarına destek olmalıyız. Bu bizim biricik görevimiz olmalı. İçinde bulunduğumuz sistem, zaten büyük ölçüde; dayatma bir hayat, dayatma hedefler ve sonrasında da pişmanlık dolu bir ömür sarmalına doğru sürükleyebilecek kudrette. Ebeveynler bu sarmalın içine iten değil de yolda tutan rolü üstlenseler ne harika olur öyle değil mi? Uzun lafın kısası; çocuğunuza sorun lütfen. Unutmayın, onun için planladığınız hayatı o yaşayacak. Dolayısıyla, sizin planladığınız bir gelecekte yarı mutlu olacağına, bırakın kendi planladığı hayatında bazen mutsuzluklar yaşasın. Başarısızlığı yaşamadan, başarının ve mutluluğun ne demek olduğunu bilemez ki? ve bırakın, her ne yaşarsa yaşasın, onun seçimi olsun. Bana sorarsanız, her insan, kendi seçimlerini yaşamakta sonuna kadar özgür olmalıdır. Not: Prangalarınız yazdıklarıma anti tez üretmenizi sağlayan mikro dıt dıtlara başladı. İtiraf edin ;)

  • Kurumların Birinci Çoğul Şahıs Hali

    Aslında çok zor iş… Çünkü pek çoğumuz birinci tekil şahıs olmanın hakkını bile tam olarak verebilmiş değiliz. Galiba bütün mesele de bu; ben olamadan biz olmaya çalışıyoruz. Bana kalırsa, öz-bilinç ve öz-değerlendirme melekesi çocuklukta yerleşmeli. Böylece bireyler, hayatları boyunca kendilerinin ve mecburen müdahil oldukları başkalarının hayatlarında ne tür roller üstlenmeleri gerektiğini daha net kavrayabilirler. Gelelim şu birinci çoğul şahıs olma hâline.. Genetik mirasımızdan mıdır? Yoksa sistem mi bize böyle öğretti bilmiyorum; pek çoğumuz merdivenleri ikişer üçer çıkma derdindeyiz. Bu şekilde hedefe daha çabuk ulaşmak mümkün olsa da; arada ayağımızın değmediği basamakların bilgisinden yoksun olarak yükseliyoruz. Hatta zaman zaman tökezleyip düşüyoruz. 8 yaşındaki oğlum bile, okuma yazmayı söküp 4 işlemi kavradığı için, önümüzdeki sene ilkokulu bırakıp üniversiteye yazılmaya karar vermiş durumda. Ben olmadan biz olmaya çalışmak da böyle bir şey. Bu sebeple Takım Çalışması hedefine ulaştıran tüm eğitimlerimizi “ben’den biz’e giden bir yolculuk” olarak kurguluyoruz. Bu kurguyu 3 başlı masal kahramanlarına benzetiyorum. Bu kahramanın bir başı “bana faydası ne?” diye sorarken, bir diğeri “bize faydası ne?” diye soruyor. Üçüncü başın cevap aradığı soru ise; “ona/onlara faydası ne?” Bu sorulara cevap vererek koca bir bedeni sağ ve sağlıklı tutmayı başaran bir kahraman bu.. Sanırım bütün iş cevap vermekte de değil. Asıl mesele soruyu doğru sorabilmek de.. “Bana Faydası Ne?” sorusu, ilk bakışta son derece egosantrik bir yaklaşımmış gibi gelebilir. Bence bir mahsuru yok. Çünkü kendini gerçekleştirmeyenin bir başkasına faydası yoktur. Ayrıca, “bana faydası ne?” sorusunun cevabını verebilen bir kişi, dışarıdan gelebilecek olumsuzlukları büyük ölçüde elemine ederek hem kendisine hem de karşısındakilere faydalı olacaktır. Örneğin; öfkelenip “vur gözünün üstüne” dürtüsüyle yüz yüze kaldığımızda soracağımız bu soru, hem kendimize hem de karşımızdakine zarar vermemizi engelleyecek, böylece daha yapıcı çözümler geliştirmemize zemin sağlayacaktır. Ayrıca bu soru; korteksimizin ihtiyacı olan altı saniyeyi bize kazandırırken, egomuzu da yaralamayacaktır. “Bana faydası ne?” adımını sağlıklı bir biçimde geçen birey, bu sorulara verdiği yanıtların doğal sonucu olarak “Bize Faydası Ne?” sorusunu soracaktır. Bu soruyu sorma merhalesine ulaşmış çalışanlarınız var ise ne mutlu size.. Çünkü her biri birer kurum vatandaşı olma potansiyeli taşıyan insanlarla çalışıyorsunuz demektir. “Bize faydası ne?” sorusu, kurum çalışanlarını aritmetik bir toplam olmaktan çıkararak “takım” hâline getirecektir. “Ona/onlara faydası ne?” sorusuna gelince.. Bu soruyu soran çalışanlardan oluşan bir kurum, müşterileri, tedarikçileri ve hatta rakipleriyle de bir bütün olduğunun farkına varmış demektir. Bu kurumların toplum içerisindeki imajları da son derece sağlamlaşmıştır. Büyümek ve gelişmek bu kurumların doğalı olmuştur. Ben bu kurumlara “Ultra Takımlar” diyorum. Uzun lafın kısası; kurumların asıl birinci çoğul şahıs hâli de tam olarak budur. Kabul ediyorum; zor iş..

  • Kırık Cam Teorisi ve Kurum Kültürü

    “Bir şeyi tolere eder etmez dayanılabilir olur ve çok geçmeden de basit bir durum olur.” Israel Zangwill Kırık Cam Teorisi, kriminal psikolog Philip Zimbardo’nun 60’lı yılların sonlarında yaptığı bir deneyden esinlenerek ortaya atılmıştı. Teori, vandallığa ve kaosa varan bir takım eylemlerin temelinde, tek bir başlangıç hareketi olduğunu ortaya koyuyor. Zimbardo plakası bulunmayan iki otomobili Bronx ve Kaliforniya Palo Alto'da bulunan mahallelere bıraktı. Bronx'taki araba, "terk edildikten" birkaç dakika sonra saldırıya uğradı. Bu saldırı o bölgede yaşayan insanların kültürel zekası ile uyumlu idi. Bu süre içerisinde yaklaşık bir haftadan daha uzun süredir Palo Alto'da bulunan araca ise kimse dokunmamıştı. Zimbardo deneyi 1 adım ileriye götürerek, kasıtlı bir şekilde araca balyoz ile vurdu ve çökertti. Kısa bir süre sonra bu parçalama ve yağmalama işlemine diğer insanlarda katıldılar. Zimbardo her iki durumda da zarar veren vandalların çoğunluğunun, öncelikle düzgün ve saygın görünümlü beyazlar olduğunu kaydetti ki bence deneyin en ilgi çekici kısmı da budur. Bu deney; insanların, kültürel zekaları ne olursa olsun, model alarak eyleme geçtiklerinin ve model aldıkları eylemi, içinde bulundukları topluluğun kurallarını delme dürtülerini rasyonelleştirme aracı olarak kullandıklarını gösteriyor. Teorinin daha iyi anlaşılması için hepimizin sıkça karşılaştığı bir örneği paylaşmak istiyorum. Bizim ülkemizdeki en belirgin örnek, duvar ya da ağaç oyuğuna tıkıştırılmış pet şişedir. Önce bir diğer kişi, pet şişenin içine izmarit atar, sonra buruşturulmuş bir tost kağıdı izmarite eşlik eder. Bir süre sonra sadece o oyuğun değil, duvarın ya da ağacın etrafının da bir çöp tenekesine dönüştüğünü görürsünüz. Duvar yazıları ve duvarlara yapıştırılan ilanlar da bu davranış modeline örnektir. Apartmanınızın duvarına yapıştırılmış ilanı yırtıp temizlemediğiniz takdirde, duvarınızı ilan panosu hizmetine açmış olursunuz. Artık tüm ilancılar sizin duvarınıza musallat olmuştur. Teori, günümüzde, bozulan küçük şeylerin ve delinen minik kuralların anında tespit edilmesi ve böylece ivme kuvvetinin ortadan kaldırılması için kullanılıyor. New York’da 2001 yılına kadar görev yapan Guiliani’nin farkındalığı buna en güzel örnek gibi görünüyor. Guiliani; "Metruk bir bina düşünün. Binanın camlarından biri bile kırık olsa, o camı hemen tamir ettirmezseniz, çok kısa sürede, oradan geçen herkes bir taş atıp, binanın tüm camlarını kırar. Ben ilk cam kırıldığında hemen tamir ettirdim. Bir elektrik direğinin dibine ya da bir binanın köşesine, biri bir torba çöp bıraksın. O çöpü hemen oradan kaldırmazsanız, her geçen, çöpünü oraya bırakır ve çok kısa bir sürede dağlar gibi çöp birikir. Ben ilk konan çöp torbasını kaldırttım.” diyor. Onun 11 Eylül Krizi'ni ele alış ve yönetim biçimiyle halk kahramanı olduğunu asla unutmamak gerekiyor. Aynı teoriyi kurum kültürüne de uyarlamak mümkün. Adalet, güven, mobbing, ödül, takdir, uyarı ve benzeri konulardaki tek bir istisna zafiyeti, kurumun kültür dengesine anında sirayet eder. Yöneticisine haber vermeden işine geç gelen bir çalışanın davranışını görmezden geldiğinizde, tüm çalışanların bunu kendinde hak gördüğüne, gereği kadar takdir edilmemiş tek bir performansın, departmanın büyük bir bölümünde performans düşüklüğüne sebep olduğuna, gayri etik yollarla terfi ettirilen bir yönetici sonrasında, etik sorunların ardı ardına geldiğine şahit olursunuz. Bu teoriye konu olan davranış modelinin hayırlı işlere vesile olduğu da olmuştur elbette.. O hayırlı iş 15 Mayıs 1919’da Hasan Tahsin tarafından ifa edilmişti. Hasan Tahsin örneği, bu teoriyi kurum kültürünün hayrına çevirmek konusunda düşünmeye motive ediyor. Öneri sistemine öneri veren ilk cengaver, bence bu süreç çalışmıyor diyerek fikrini paylaşan ilk kahraman vs.. Bu noktada işin sırrı o ilk hareketi tespit etmekte..

  • Yardımseverlerin Egoistliği ve Diğerkamlık

    “Kendimizde her zaman, başkalarının acısına dayanacak gücü buluruz.” La Rochefoucauld Evrim psikologları, insanların türünü devam ettirmek gayesiyle olumlu davranış modellerini kabul etiklerini iddia ederler. Hatta, insanların kendilerini iyi hissetmek ve kendi varlıklarını böylece garantiye almak için gösterdikleri “yardımseverlik” davranışının altında daha derin anlamlar olduğunu savunurlar. Bu da; tüm davranışlarımızın, türümüzün devamını sağlama amacıyla icra edildiği sonucunu doğurur. Evrimsel psikolojiye göre insanoğlu kendi genetik yapısını sağlama alıp sürdürecek davranışlarını tekrarlar, engelleyecek olanları yapmaz. Gelelim diğerkamlığa.. Diğerkamlık; hiçbir kişisel kazanç ya da mükafat beklentisi olmaksızın sadece yardım etme arzusu ile motive edilmiş saf bir yardım etme davranışını ifade eder. Dolayısıyla bu davranış biçimi, sosyal psikologlar ve evrim psikologları için halen bir çalışma alanıyken, bana göre bildiğiniz kara deliktir. Evrim psikologları, bu duruma şu şekilde açıklama getirirler: insan; sosyal varlık olarak evrildiği için yardım etmektedir çünkü bu sosyal evrilme süreci içinde insanlar bir ahenk oluşturacak düzeyde birbirine bağımlı hale gelmiştir. İşte bu açıklama, evrim psikolojisi ile sosyal öğrenme teorilerini bir güzel el ele tutuşmak zorunda bırakır. Felsefe de bu konudan uzak duramamış, insanların özde bencil varlıklar olduğu görüşünü reddetmemiştir. Owen Falanagan’a göre, batı felsefesi insanların özde ne tür varlıklar olduğu sorusuna 3 ana cevap vermektedir. Bunlar şu şekilde sıralanmaktadır: Mantıklı egoistler Bencil ve merhametliler Merhametli ve benciller İnsanların büyük bölümü mantıklı egoistlerdir. Yani her birey, özde kendi iyiliğine hizmet edecek olan şeyleri kollar. Ama mantığıyla görür ki; sadece diğer kişilere karşı iyi olduğu müddetçe istediğini elde edebilecektir. Başkalarına daima ihtiyacımız vardır. İş yaşamımızın yolunda gitmesinin ancak iş yaşamındaki ilişkilerimizi doğru yöneterek mümkün olduğunu söylemek mümkündür. Bu anlamda sosyal alış-veriş teorisinden de söz etmekte fayda görüyorum. Bu teori; insanların mantıklı egoistler olduğu fikrine çok yakın duruyor. Mesela, bir randevumuza geç kalmayacaksak, yapacağımız yardım bizi bedenen ve ruhen sıkıntıya ve/veya tehlikeye sokmayacaksa, yardım ettiğimiz için kendimizi iyi hissedeceksek, başkalarının gözünde iyiliksever olacaksak, günün sonunda kendimiz için daha üst bir mevkiyi öngördüysek ve hatta cenneti garantilediğimizi varsayıyorsak ihtiyacı olan birine yardım etme konusunda oldukça istekli oluyoruz. Aynı şekilde empatiyi ele alalım.. Empatiyi kabaca kendimizi karşımızdaki insanın yerine koyabilmek çabası olarak tanımladığımızda da aynı durumla karşılaşıyoruz. Empati yardım etme arzumuzu tetikliyor. Yani yine “ben” üzerinden hareket ediyoruz. Uzun lafın kısası, ne yapsam ne etsem günümüzün insanında diğerkam bir duruş göremez oluyorum. Rahibe Teresa bile “sevgiden ve çalışmaktan yorulan kalbi” nedeniyle artık çalışamayacağını söyleyerek görevini teslim etmişti. Gerçi bunu söylediğinde 87-88 yaşlarındaydı galiba.. Haydi şimdi çalıştığımız kurumlardaki yardım etme davranışlarımızı ve bu konudaki eleştirilerimizi bir gözden geçirelim. Hatta takım oyunculuğumuzu, astlarımızı geliştirme konusundaki duruşumuzu, eğitim faaliyetlerine bakışımızı, performans değerlendirme sürecimizi. Ama en çok da bu konudaki eleştirilerimizi.. Eleştirdiklerimizin aynı zamanda aynaladıklarımız olduğunu da unutmayalım mı hatta?

  • Lady Of Shalott Sendromu “Yaşama Aynadan Bakmak”

    Okuyucuya not: Bu makaleyi okurken, Loreena McKennitt’in “Lady of Shalott” yorumuyla size eşlik etmesini tavsiye ederim: http://www.youtube.com/watch?v=ttv0ljOiPSs Camelot... var olup olmadığını kimse bilmiyor.. Tıpkı Tolkien’in orta dünyası ya da Carroll’un harikalar diyarı gibi hayal ürünü olduğuna inanmak istemediğimiz kadar canlı ve sihirli ülke… Büyücü Merlin, Excalibur’u ile Kral Arthur ve elbette yuvarlak masa şövalyeleri’nin en karizmatiği olan Sir Lancelot.. Hepsini o kadar çok h ayal ettim ki; Amerikan filmlerindeki gibi bir boyut kapısı açılsa da çayırda atıyla bana bakan 100 şövalye ile karşılaşsam, aralarından Lancelot’u şıp diye ayırt ederim de şaşıp kalır.. Ama tüm bunların dışında bir karakter var ki; onu çok az kişi tanıyor. O Camelot’un Lancelot’u, Harikalar Diyarı’nın Alice’i ya da Orta Dünyanın Aragorn’u gibi bir star değil. Onun adı, Camelot efsanesinden çok çok sonra telaffuz edilmiş. Viktorya dönemi İngiliz şairi Alfred Lord Tennyson, bu efsanenin belki de en naif ve en kırılgan kadınına bir şiir armağan ederek onu görünür kılmış: Lady of Shalott.. Lady of Shalott ile tanıştığımda, uzun kızıl bukleleri ile, küçük bir kayığa oturmuş bana bakıyordu. Perdeye iyice yaklaşıp “Bu da kim?” diye sordum. Çok değerli drama lideri Patrice Baldwin yanıtladı: “O Shalott’un lady’si.. ve biz bugün ona dair her şey olacağız”… Gelin sizi de tanıştırayım: Lady of Shallot, Camelot’a doğru akan bir nehrin ortasındaki küçük bir adaya inşa edilmiş bir kulede yaşar. Hayatı boyunca bu kuleden hiç çıkmamıştır. Civar köyde yaşayan köylüler, onun lanetli olduğuna inanmaktadır. İşin acı tarafı bu inanca Lady of Shalott’un kendisi de sahiptir. Ona göre, o lanetlidir ve kuleden asla çıkmamalıdır. Bu lanet gerçek midir? Yoksa Lady of Shalott günümüzün agorafobi hastası mıdır bilinmez. Tek bildiğimiz, onun gerçek dünya ile doğrudan karşılaşması halinde öleceğine inanmasıdır. Pencereleri daima açıktır ama o asla dışarı bakmaz. Ancak dışarıdaki hayat onu çok enterese etmektedir. Bu sebeple pencerenin karşısına yerleştirdiği kocaman bir aynadan civarda olup biteni seyreder, seyrederken gördüklerini de, küçük resimler halinde, dokuduğu kilime nakleder. Düğün ve cenaze konvoylarını, Camelot’un kahraman şövalyelerinin geçişlerini, köylülerin ekin biçerken söylediği şarkıları, aşıkları, kavgaları hep bu aynadan izler ve durmadan kilimine nakleder. Naklettiği, hayatın gölgeleridir ve bu durum onu günden güne daha da mutsuz etmektedir. Yine kilim tezgahının başına geçtiği bir gün, aynada bir parıltı fark eder. Bu Lancelot’un zırhının parıltısıdır. Gözlerini bu güzel adamdan alamaz. Ne zamandır gölgelerin onu hasta ettiğini haykıran lady, ancak gerçek bir aşkın bu gölgeleri silebileceğini düşünür. Refleks olarak pencereye koşar ve kalbinin çarpmasına sebep olan adamı yakından görmek ister. O pencereden baktığı anda, ayna adeta patlayarak kırılır, parçalara ayrılır. Aynanın kırılmasıyla lanetin hayata geçtiğini düşünür. Ağlayarak aşağıya iner, bir kayık bulur. Üzerine adını yazar. Kayığa binerek kendini nehirin akışına, Camelot’a doğru bırakır. Yağmur yağmaktadır, hava çok soğuktur. Bir süre yol aldıktan sonra, kayığa uzanarak bir daha uyanmamak üzere uykuya dalar. Ertesi sabah, Camelot halkı Lady of Shalott yazılı kayığı sessizce ve uzaktan izler. Öyle ya; bu bir lanettir.. Sadece Lancelot yaklaşır kayığa. Onun uğruna ölümü göze almış bu kadının aşkından habersiz fısıldar: “Ne kadar hoş bir yüzü var… Tanrı’nın merhameti onunla olsun..” Gelelim bize.. biz hayata nereden bakıyoruz? Biz hedefimizi biliyoruz da, hedefimizin bizden haberi var mı? Dünyayı olduğu gibi değil, algıladığımız gibi yorumladığımız gerçeği bir yana, bu yorumlarımız gerçekten bize mi ait? Yoksa o yorumları bize öğretip, bizim olduğuna inanmamızı mı sağladılar? İsteklerimiz, ihtiyaçlarımız gerçekten bize mi ait? Bu istekler sanal mı? Yoksa gerçek mi? Hatta biz kimiz Allah aşkına ! Neden olabileceğimiz her şey olabilme hakkına sahip olarak yaratılmışken, garip garip rol modeller ediniyoruz? Kabul edelim; bize hediye edilen aklımızı lanete çevirmek konusunda çok başarılı bir türüz. Çünkü düşünmüyor, bilmiyor, sadece inanıyoruz. Hem de bu inancın kaynağına ilişkin hiçbir fikrimiz yokken yapıyoruz bunu.. Uzun lafın kısası; merak ediyorum: aynalarımız sağlam mı?

  • Duygusal Zeka ve "Dark Side" Meselesi

    Bir süre önce, “The Dark Side of Emotional Intelligence” başlıklı bir araştırma yazısı okudum. Başlık heyecan verici ve sıra dışıydı. Alışılagelmiş ve doğruluğu kabul edilmiş fikirlerin tersini işaret eden ve paradigma kırmayı hedeflemiş bakış açıları daima dikkatimi çekmiştir. Yazıyı defalarca okudum. Çünkü yazı içerisindeki tespitler, zihnimin içindeki jedi ve sith’leri harekete geçiriyordu. Bu noktada, Star Wars tutkunu olmayanlar için kısa bir özet geçmekte fayda görüyorum. Çünkü birazdan yazacaklarımı “güç (force)” kavramı üzerine inşa edeceğim. Güç; bir çeşit ortak zekadır. Midi chlorian denilen, gözle görülmeyen varlıkların oluşturduğu bir enerji alanıdır ve kainatın yaratıcı gücüdür. Mayası duygudur. Jedi’lar; gücün aydınlık yüzünü keşfetmişler ve bu gücü barış, şifa, huzur ve iyilik için kullanmışlardır. Güç’e ulaşmanın ve kullanmanın yolu; sevgi, merhamet, iyimserlik gibi duygulardan beslenen zihinsel yöntemlerden geçmektedir. Fakat, Güç’den beslenerek sürekli kendilerini geliştiren jedi’lardan bazıları, Güç’ün karanlık tarafını da keşfederler. Karanlık taraf, aydınlık tarafın tam tersidir. Çünkü Güç’e; öfke, korku, nefret gibi yıkıcı duyguların rehberliğinde de ulaşılabilmektedir. Bu duyguların rehberliğinde güç’e ulaşan jedi’lar, zaman içerisinde karanlığın esiri olurlar. Zalim ve yıkıcıdırlar. Karanlık tarafın kullanılması, Jedi Konseyi tarafından yasaklanır fakat bir işe yaramaz. Bu sebeple, karanlık tarafı kullanan jedi’lar, aydınlık taraftaki jedi’lar tarafından yakalanarak bir gemiyle uzaya bırakılır. Amaçlanan onların zaman içerisinde ölmeleridir. Fakat karanlık taraf’ın jedi’ları Korriban gezegenine inmeyi başarırlar. Burada yaşayan Sith halkı, oldukça ilkeldir fakat kara büyü yetenekleri bulunmaktadır. Karanlık Jedi’ları, sahip oldukları yetenekler ve Güç’e olan hakimiyetleri nedeniyle bir çeşit Tanrı olarak görürler ve onların önderliğinde Sith İmparatorluğu kurulur. Tüm bu süreç sonrasında, karanlık tarafa geçen Jedi’lara da Sith denmeye başlanır. Güç; metodu ne olursa olsun, kendisine ulaşabilen herkese kudretini verir, seçmez.. Gelelim Duygusal Zeka’ya.. Duygusal Zeka söz konusu olduğunda Güç; duygudur.. Bizler, duygunun saf hâlini değil, düşüncelerimizden doğan yorumlarımızla şekillenmiş hâlini kullanırız. Yüce Mevlana’nın deyişiyle; gül düşünür gülistan, diken düşünür dikenlik oluruz. Düşüncelerinin dizginlerini eline alabilen ve yorumlarını özgürleştirebilen insanlar için duygu, esenliğe götüren rehber olur. Bunun bilinen en basit metodu, duygusal ve sosyal zekanın bileşenlerine hakim olabilmektir: * Kendini Tanı (özbilinç, kişisel farkındalık, duygusal farkındalık) * Kendini Yönet ( özyönetim) * Karşındaki(ler)ni Tanı (sosyal farkındalık) * İlişkilerini Yönet Bu bileşenleri etkin bir biçimde kullanabilen ve süreçte öğrendiklerini hem kendi yaşamına hem de çevresinin yaşamına olumlu katkı sağlayacak biçimde kullanabilenlere Duygusal Zeki diyebilmek mümkündür. Çünkü duygusal zeka, duygusal ya da duyguların esiri olmak değil, tam aksine onların efendisi olmaktır. Bazı meslek gruplarında, “duygularla temas halinde olmak yarar yerine zarar getiriyor” görüşü, yukarıda bahsedilen ayrımı tam manasıyla yapamayanlar için geçerli olabilir. Bu noktada, asıl yapılması gereken ayrım şudur: “Duygusal Zeki olmak %100 iyi bir insan olmak” demek değildir. Duygusal Zeka, duygular yardımıyla hayatı anlamlandırmamızı sağlayarak hayatımızı kolaylaştırır. Bu prensip, acil müdahale etmek zorunda olan bir doktor için de geçerlidir, sayılarla dans eden bir bankacı için de.. Çünkü her ne işle meşgul olursak olalım, tüm hayatımızın ana hedefi iyi hissetmektir. İyi hissetmek için duygulardan vazgeçmek yerine (ki mümkün değildir), onları öğrenme vesilesi olarak kullanmak gerekir. Duyguları anlamlandırmak ve duygusal zekayı anlamak konusundaki tutumumuz, tarafımızı belirler. Şimdi lütfen aşağıdaki soruları cevaplayın: Uzun zamandır beklediğiniz terfiyi alamadınız. * İlk olarak ne hissedersiniz? * Bu hisse bağlı olarak neler düşünürsünüz? * Bu düşündükleriniz sonrasında içinizde beliren duygu nedir? * Bu duygu ile atacağınız ilk adım ne olur? * Bu adımın sonuçları neler olabilir? Bu senaryoyu düşündükten sonra, kendinize dönün. * Düşüncelerinize sebep olan ana faktör (önceki tecrübeleriniz, değerleriniz vs..) nedir? * Bu düşünceyi değiştirebilmek mümkün mü? Ve hatta gerekli mi? * Diyelim ki değiştirdiniz, değişen yeni düşüncenizden doğan duygu nedir? * Bu duygu ile atacağınız ilk adım ne olur? * Bu adımın sonuçları neler olabilir? Şimdi cevaplarınızı değerlendirin ve kendinize cevap verin; bir jedi mısınız? Yoksa bir sith mi? Her iki cevap da sizi duygusal zeka’dan uzaklaştırmayacaktır. Ancak bu yetkinliklerden ne ölçüde faydalanabileceğinizi belirleyecektir. Bizler seçme özgürlüğü olan varlıklarız. Son olarak... Güç sizinle olsun...

  • Salı Seminerleri “Duygusal Zeka”

    KAYIT İÇİN: https://www.atolyedonusum.com/event-details/duygusal-zeka-eray-beceren

  • Salı Seminerleri “Duygusal Zeka”

    KAYIT İÇİN: https://www.atolyedonusum.com/event-details/duygusal-zeka-eray-beceren

  • Kurumsal Duygusal Zekâ

    ABD’de 1985 yılında bir doktora öğrencisi (Payne, Wayne Leon) A study of emotion: Developing Emotional Intelligence; Self-integration; Relating to fear, Pain and Desire (Theory, Structure of reality, Problem-solving, contraction / expansion, tuning in/coming out/letting go) başlığı taşıyan bir doktora tezi yazmıştır. Bu çalışma ilk olarak "Emotional Intelligence" (Duygusal Zeka) kavramının akademik çevrelerde kullanılmasıydı. 1990 yılında Harvard Üniversitesi’nden psikolog Peter Salovey ve New Hampshire Üniversitesi’nden psikolog John Mayer "Emotional Intelligence" ile ilgili iki tane makale yayımladılar. Bu profesörler, insanların duygusal alandaki yetilerini bilimsel olarak ölçmeyi denemişlerdir. Bu hocaların bulguları, bazı insanların diğerlerinden, kendi duygularını tanımlamada, başkalarının duygularını tanımlamada ve duygusal konularda problem çözmede daha iyi olabileceğini ortaya koyuyordu. Geçtiğimiz on yılda bu profesörler, duygusal zekamızı ölçmeye yönelik iki değişik test geliştirdiler. Ancak onların çalışmaları genellikle akademik çevre içinde kaldı. Başarı için önemli görülen "empati, duyguları ifade etme ve anlama, mizacı kontrol etme, bağımsızlık, uyum sağlayabilme, beğenilme, kişiler arası sorunları çözme, sebat, sevecenlik, nezaket, saygı... " gibi duygusal nitelikleri betimlemek için kullanılan bu kavramın şöhret olması, ancak 1995’de psikoloji alanında doktoralı gazeteci-yazar Daniel Goleman’in "Duygusal Zekâ" (Goleman, Daniel, 1995, Emotional Intelligence: Why It Can Matter More Than IQ. New York: Bantam Books.) kitabını yayınlaması ile gerçekleşmiştir. Daniel Goleman, ilk kitabının başarısından sonra iş dünyasına yönelik yazdığı kitabı, (İşbaşında Duygusal Zekâ, Varlık Yayınları, İstanbul. 1998) Türkçe’ye çevrilmiştir. Daniel Goleman, kitabının son bölümünde Kurumsal Duygusal Zekadan bahsedilmiştir. TMI (Time Manager International) şirketinin kurucusu, Time Manager felsefesinin yaratıcısı ve 1990 yılında İngiltere Sanayi ve Ticaret Odası tarafından yayınlanan "The Ouality Gurus" adlı kitapta dünyadaki 8 kalite gurusundan biri olarak gösterilen Claus Moller, 20 Haziran 2000’de Türkiye’de verdiği "Heart Work" isimli konferansında ve aynı adı taşıyan kitabında kurumsal Duygusal Zeka kavramı üzerinde önemle durmuştur. Bir kurum; yaşayan bir organizma olarak tarif edilebilir. Kurumlar da tıpkı insanlar gibi duygusal ve sosyal hayata sahiptirler. Yine insanlar gibi, kurumlar da kendi duygusal ve sosyal zekalarını, aşağıdaki beş alanda daha çok çalışarak, gayret göstererek geliştirebilirler. Duygusal olarak zeki kurumlar, kendi insan sermayelerine yoğun olarak odaklanmışlardır. Beş kurumsal duygusal zeka alanını şöyle tanımlanabilir. Kurumsal duyguları tanımak. Kurumsal duyguları yönetmek. Kurumsal motivasyon. Kurumsal sosyal farkındalık. Kurumsal sosyal yetiler. DZ’sı yüksek kurumlarının karakteristik özellikleri Bu kurumlar için öncelikle insan önemlidir. Her değişim sürecinde insan faktörüne odaklanırlar. Çalışanların hem aklına hem kalbine hitap eden bir kültürleri vardır. Çalışanlarının; duygulara, fikirlere ve sezgilere sahip bireyler olduklarının farkındadırlar. İç hiyerarşiden önce insana önem verirler. İnsan faktörü değişim sürecinin ayrılmaz bir parçası olduğunda, değişimin daha hızlı olacağına ve daha iyi sonuçlar getireceğine inanırlar. Tehdit edilmiş hisseden kişinin değişime direneceğini bilirler. Bilgilendirilmiş, ilham verilmiş, dinlenmiş ve karar verme sürecine katılmış insanların değişim sürecini kolaylaştıracaklarını bilirler. Kurumun başarısına katkı sağlayan / sağlayabilen kişileri nasıl çekeceğini ve elde tutacağını bilirler. Çalışanların eğitimi ve gelişimi için harcanan parayı geleceğe yatırım olarak görürler, bir harcama olarak değil. 1. KURUMSAL DUYGULARI TANIMAK: Kurumsal güçlülükleri ve zayıflıkları bilmek, kurumsal duyguların farkında olmak ve bu farkındalığı; açıklık, güven ve gurur ile karakterize edilen bir kurum kültürü için kullanmak. İnsanlar gibi kurumların da duygusal ve sosyal hayatları vardır ve bu hayatlar şirketin başarısında önemli bir rol oynarlar. Bazı duygular şirket için iyidir. Bunlar “dinamik duygular” diye nitelendirilir. Diğer duygular da şirket için kötü olabilir. Bunlarda “yıkıcı duygular” dır. Kurum için çalışanların –yönetici ve çalışan- bu kurumsal duyguların farkında olmaları çok önemlidir. Duygusal olarak zeki kurumlar bu duyguları devamlı gösterirler ki gelişmedeki negatif trendler hemen fark edilebilsin ve bertaraf edilebilsin. Kurumun duygusal ve sosyal hayatı genellikle zor yönetilir. Yıkıcı duyguların dinamik duygulara dönüştürülmesi için kurumsal farkındalık bir temel teşkil eder ve bu da diğer dört alan için ön koşuldur. 2. KURUMSAL DUYGULARI YÖNETMEK: Kurumsal duygular –yıkıcı ya da dinamik- bulaşıcıdır. Yıkıcı olanlar bir virüs gibi yayılır. Duygusal olarak zeki kuruluşlar, şirketin iyiliği için duygularını yönetirler. Bunu “şirketin çıkarları” için de diyebiliriz. Yüksek duygusal zekaya sahip kuruluşlar, dinamik duyguların onlara yardım edeceğini ve çalışanlarını geliştireceğinden emindirler. Kurumsal duyguları ön planda tutmak, kuruluşun gelişmesi için hayatsal değer taşır. Bu da şirketlere negatif durumlarla baş etme gücü verir. Hızlı değişim zamanlarında; esneklik ve uygunluk şirketin hayatta kalabilmesi için hayatidir. Bu duygular şirkete böyle durumlarda enerji sağlar. Genellikle ve özellikle kurumsal değişim zamanlarında, yönetim için yıkıcı duyguların farkında olmak ve onları bertaraf etmek kaçınılmazdır. Çünkü bunlar; takım ruhunun, bireyselliğin ve kurumsal üretimin düşmanlarıdır. Küresel iklimde ki burada bireysel ve entelektüel sermayeler esastır. Şirketler için en iyi adamları çekmek ve tutmak hayati anlam taşımaktadırlar. Kurum bütün olarak yeterli kendini kontrolden yoksunsa, yıkıcı duygulara kolayca yenilir ve piyasadaki insan sermayesini, hayatta kalmak ve başarmak adına gerektiği gibi değerlendiremez. Bu, hem yönetim hem de çalışanlar için çok büyük önem taşımaktadır. 3. KURUMSAL MOTİVASYON: Eğer bir kurum gelişmek ve hayatta kalmak istiyorsa, öyle bir kültüre sahip olmalıdır ki, bütün çalışanları ellerinden gelenin en iyisini yapmalıdırlar. Bu "çalışanların işe, yüreğini koyma” kültürüdür. Her çalışanın sorumluluk aldığı, inisiyatif ve bağlılığa sahip olduğu, çalışmaktan hoşlandığı, beraber olmaktan zevk aldığı ve neyin anlamlı ve değerli olduğunu ayırdığı bir kültürdür. 4. KURUMSAL SOSYAL FARKINDALIK Kurumun geleceği büyük ölçüde, çalışanların, müşterilerin, sahiplerin ve otoritelerin bağlılığına ve desteğine bağlıdır. Buna göre, kuruluş bu kişilerin duyguların da farkında olmalıdır. Duygusal olarak zeki kuruluşlar empatiyi iyi ve güzel kullanırlar. Bu kişilerin ihtiyaçlarını ve isteklerini sürekli kontrol eder, kuruluş hakkında ne hissettiklerini merak ederler. 5. KURUMSAL SOSYAL YETİLER: Kuruluşun hissedarlarıyla kuruluş için iyi ilişkiler kurmak ve devam ettirmek. Duygusal olarak zeki kuruluşlar, hissedarlarının duygularını, ihtiyaçlarını arzularını ve fikirlerini onlarla iyi ilişkiler kurmak ve devam ettirmek için, onların bilgilerini kullanırlar. DZ kuruluşları, hissedarlarının “insan” olduklarının farkındadırlar ve onların organizasyona bağlılığının olgulardan değil, duygulardan temellendiğini bilirler. Duygusal olarak zeki organizasyonlar, “kalitenin insani tarafı”nın prensiplerini uygulayarak, müşterilerin taleplerini ve beklentilerini fazla fazla karşılarlar. DZ kuruluşları, duygusal zeka seviyesinde müşterilerin şikayetlerini bağlılığa çevirmekte ustadırlar. YARARLANILAN KAYNAKLAR: Daniel Goleman, İşbaşında Duygusal Zekâ, Varlık Yayınları, İstanbul. 1998 Daniel Goleman Duygusal Zeka Neden IQ’dan Daha Önemlidir? Varlık Yayınları; 1996 Claus Moller, Heart Work, TMI, 2000 Claus Moller, Kurumdaşlık - Employeeship, TMI, 1994

  • Duygularımız Kararlarımızı Etkiler...

    "Duygular ve karar verme" deyince aklıma dinlediğim bir gurunun verdiği örnek geliyor; Marka gurusu Martin Lindstorm Konferans esnasında katılımcılarla markalaşma ve pazarlamada beş duyunun ne kadar önemli bir rol oynadığını örneklerle paylaştı. Martin Lindstorm bu çalışmalarını 600'den fazla araştırmacı ekibi ile iki yıldan fazla süren bir zamanda yapmıştır. Bu araştırmalarından birini sizinle paylaşmak istiyorum. Bu araştırmada iki ayrı odaya birbirinin aynı iki çift aynı marka koşu ayakkabısı konuldu. Odalardan birine karışık çiçek kokusu sıkıldı, diğer odaya sıkılmadı. Araştırmaya katılanlardan, iki odadaki ayakkabıları inceledikten sonra bir anket formu doldurmaları istendi. Formda hangi ayakkabıyı tercih edecekleri ve hangisinin diğerinden ne kadar daha pahalı olabileceği soruldu. Tüketicilerin çoğu (yüzde 84'ü) koku sıkılan odadaki ayakkabıyı tercih etti. Ek olarak, tüketiciler "ko ku sıkılan" odadaki ayakkabının fiyatının diğer odadaki ayakkabıdan ortala ma 10 dolar daha pahalı olduğu tahmininde bulundular. Lindstorm, bu araştırma sonuçlarını duyular ve marka ilişkisi ile bağdaştırmaktadır. Alınan duyular bizim duygularımızı etkiliyor ve dolayısıyla bu duygu durumuna uygun olarak tercihimizi yapıyor ve kararımızı veriyoruz. Yani "duygusal karar verme" değil, "duyguların verdiği bilgiye göre karar verme" öne çıkıyor.

  • Yılkı

    DUYGUSAL ZEKA (EQ) KOÇUNUN NOT DEFTERİ, NOT 4 Kutsal metinler, Adem’in temsil ettiği siklusa ait insanlar olduğumuza işaret ediyor. Hemen hemen hepimiz insan canlısının alt türlerinden biri olan homo sapiens sapiens torunlarıyız. Yani Descartes’in deyimiyle “düşündüğünün üstüne düşünebilen insan” olduğumuz iddia ediliyor. Daha doğrusu ediliyordu. Çünkü türümüzün bazı inanç temelli ritüellerden uzak yaşayanlarına yılkı(*) demeyi uygun görenler var. Gerçi homo sapiens’in gelişim sürecine şöyle bir göz attığımızda (ki bu sürece günümüzü de dahil ediyorum) hakikaten yılkısallığa öz bir güdüselliğin hakim olduğunu görebiliyoruz. Daha da ileri gidecek olursam, sapiens sapiens’in bir tanesini süreçte kaybettik gibi görünüyor. Çünkü artık pek az insan düşünüyor. Düşünme kasımız tıpkı yirmilik diş gibi ortadan kalkıyor sanki. İçgüdülerin vahşi yüzü feci halde devreye girmiş durumda. Neyse, bunu evrim psikologları düşünsün. Madem düşündüğümüzün üstüne düşünebilme yeteneğimiz var, bunun üzerine de düşünelim derim. Öncelikle neden yılkı sözcüğünü tercih ettiğimi söyleyeyim. Günlük yaşamda, pek çok sözcük gibi bu sözcüğün de Arapçasını kullanıyoruz ve bu sözcük, her nedense akılsız, duygusuz, kaba, hoyrat kimselere hakaret etmek için de kullanılıyor. TDK’da bile ikinci anlam olarak kullanılmış. Zaten toplum olarak bu sebeple büyük tepki gösterdik. Hatta ben en büyük bilişsel çarpıtmalardan biri olan kişiselleştirmenin pençesinde buldum kendimi. Varlıklarına minnettar olduğum gayri müslim arkadaşlarıma karşı büyük bir utanç duygusuna kapıldım. Benim de mensubu olduğum bir inanç sistemini temsilen bu lafı söyleyen kişi yüzünden eksiklendim. Sonra hemen toparlandım elbette. Tam da bu sebeple, yılkı olma ihtimalinden bahsederken, bu yazıyı okuyanların zihinlerinin bu anlama kaymasını hiç istemiyorum. Tek derdim, yılkıyı tek ve gerçek anlamı ile kurcalamak. Böylece zihinlerimize yaptıkları kasıtlı saldırıları fark etme şansımız olabilir. Fark edemezsek, zihinlerimizi güderler ve bu hiç bana göre değil. Değerlendirme yapmadan gözlem yapmak önemli fakat zor bir hâl. Bu sebeple düşüncelerimizi nereye odaklayacağımızı seçelim derim. Böylece düşüncelerimizden doğan duygularımızı gözlemleme fırsatımız da olur. Hep birlikte bu amacı destekleyen bir antrenman yapmış olalım. Bu arada öz Türkçe bir sözcüğü de haznemize eklemiş oluyoruz fena mı? Valla açıkçası bir yılkı olarak yaratılsaydım ve yaratılacağım yılkı familyasını seçme şansım olsaydı ne olurdu diye ciddi ciddi düşündüm ben. Ne yalan söyleyeyim, ilk aklıma gelen tembel yılkı oldu :) Tembel yılkı sürekli gülümsüyor. Sanki hayatla dalga geçiyor. Hatta bir belgeselde izlemiştim; kendisini avlayarak gökyüzüne yükselen bir kartalın pençelerinde kukla gibi sallanırken bile gülümsüyordu. Sempatik bir bilgeliği var bu yılkının. Sonra aklıma Michael Jackson’un Dancing The Dream adlı kitabındaki “Filler Neden Durmaksızın Yürüyor?” başlıklı hikayesi geldi. Hikaye baştan sona muazzam ama beni en çok etkileyen bölüm şuydu: “…Ama fillerin en önemli mesajı daima hareket içinde olmalarında saklıdır. Hareket etmenin yaşamak anlamında olduğunu biliyorlar. Bir şafaktan bir şafağa, bir asırdan bir asıra sürülerle yürüyorlar: Hiç düşmeyen hayat dolu bir kitle ! Barışın durdurulmaz kuvveti !” Derken bir arkadaşımın sosyal medya hesabında aşağıdaki resmi gördüm. İşte! dedim, İşte bu! Panda gibi olmalı.. O siyah, o beyaz ve o bir Asya’lı. Sanki sırf bu mesaj için yaratılmış bir yılkı. İroniye bakın ki; tükenmekte olan soyu nedeniyle bizim korumamıza muhtaç vaziyette. Belki bu da bir mesajdır, öyle değil mi? Bütün bunları neden mi yazdım? Çünkü ben öfkeden beslenen bir mücadelenin yararsız olduğunu biliyorum. Daha evvel de defalarca söylediğim gibi; kendi duygusal kaderimizi kendimizin çizmesi konusunda kararlı olmamız şart. Bırakın isteyen istediğini desin. Bizim daha önemli işlerimiz var. Şöyle bir baktım da; Nutuk ne kadar çok yayınevi tarafından yayımlanmış mesela… (*)YILKI: hayvan, hayvan sürüsü, dört ayaklı hayvanlara verilen genel ad. Kaynak: Divânu Lügati't-Türk

  • Facebook
  • Twitter
  • LinkedIn
  • Instagram
  • YouTube

©2021, Anahtar Eğitim

bottom of page