top of page

Duygusal Zekâ ve Öz Güven

Photo by The Lazy Artist Gallery on Pexels.com

Önemli bir savaş sırasında Japon bir komutan askerlerinin sayısının düşmanlarınkine kıyasla çok daha az olmasına rağmen saldırıya geçmeye karar verir. Ordusunun kazanacağına olan güveni tamdır. Ancak, askerleri zafer konusunda oldukça kaygılıdır. Savaş alanına doğru ilerlerken, yol kenarındaki bir tapınakta durup hep birlikte dua ederler. Daha sonra komutan cebinden bozuk para çıkararak “Şimdi yazı-tura atacağız. Eğer tura gelirse, biz kazanacağız, ama eğer yazı gelirse kaybedeceğiz, kaderimiz böylece ortaya çıkacak” der. Bozuk parayı havaya atar ve herkes sabırsızca paranın yere düşmesini bekler. Tura gelmiştir. Askerler  çok sevinirler; kendilerine olan güvenlerini toplamışlardır. Bu coşkuyla düşmana saldırır ve savaşı kazanırlar. Bir süre sonra yüzbaşı komutanının yanına gelerek onun kehanetini takdir edercesine, “Kimse kaderi değiştiremez” der.  Bunun üzerine “Haklısın” der komutan, iki tarafı da –tura- olan parayı göstererek… Anonim

Hepimiz hayatımızın değişik dönemlerinde hikayede bahsedilen askerler gibi, kendimize olan  güvenimizi çeşitli nedenlerle kaybedip, kendimizi yetersiz hissederek kumandayı kadere bırakmayı tercih ederiz. Oysa ki kader diye bildiğimiz olgu, biz elimizden geleni yapmadıkça –tesadüf vakalar dışında- hiç de bizden yana çıkmaz. Hikayede verilen örnek belki biraz abartılmıştır, ancak kendisinin yetersizliğine inanan bir kişi başarısızlıkları yoğun bir biçimde hisseder, ama ilginçtir ki  başına gelenleri değiştirme gücüne sahip olduğuna inanmasını sağlayacak adımı atmaz. Günlük hayatta; herhangi bir sorumluluk aldığımızda yapabildiğimizin en iyisini sergilemeyi, aksi durumlara yaratıcı ve akılcı çözümler getirebilmeyi, aşağılık duygusunun elimizi kolumuzu bağlamamasını, iş ortamında bulunduğumuz toplantılarda fikirlerimizi açıkça ortaya koyabilmeyi ve bu fikirleri açıkça herkese karşı savunabilmeyi  ne kadar da çok isteriz. Fakat bazen, sanki bir şeyler sesimizi keser; beğenilmemek korkusu, dışlanma kaygısı, süregelen düzene boyun eğmişlik ya da yoğun bir yetersizlik hissi, vs. gibi olumsuz öngörüler duygu ve düşüncelerimizi pek az açmamıza ya da hiç açmamamıza neden olur.

Öz güveni yeterli düzeyde gelişmemiş olan kişiler kendilerine verilen bir görevi yerine getiremeyeceklerine inanırlar. Bu sebeple, başarısızlık sonrası oluşacak doğal mahcubiyet duygusunu yaşamamak için bu çeşit riskli durumlardan sürekli uzak dururlar. Böyle bir durumda, yüzleşilmesi gereken sorun özgüven eksikliğinin üstesinden nasıl gelineceğidir. Ancak bu sorunu çözebildiğimizde daha mutlu yaşayabilir ve hayatın tadını daha fazla çıkarabiliriz. Özgüven, Duygusal Zekanın alt başlıklarından olan özbilincin önemli bir bileşenidir ki bu bakımdan kişinin özdeğer ve yetenekleri konusunda sağlam bir anlayışa sahip olmasını gerektirir. Özgüveni yüksek olan bir birey kendi yeteneklerine güvenir, hayatını kendi istekleri doğrultusunda kontrol edebileceğine ve gerçekçi hedefler belirleyebildiği müddetçe bu hedeflere ulaşabilmesinin mümkün olduğuna inanır.

Şimdiye kadar yapılan araştırmalarda birbirlerini tamamlayan iki çeşit özgüvenden bahsedilmektedir. Bunlardan birincisi iç, diğeri dış özgüvendir. İç özgüven, kendimizle ilgili hissettiğimiz memnuniyet ve kendimize dair inancımız, dış özgüven ise dışarıya kendimiz hakkında verdiğimiz görüntü ve insanlarla olan iletişimlerimizde farklı duygularımızı ifade edebilme becerimizle ilgilidir.

Özgüven hayatımız boyunca beraber olduğumuz insanlarla ve yaşadığımız olaylarla gelişir. Bu konuda çocukluk çağında yaşadığımız deneyimler temel özgüvenimizin şekillenmesi bakımından büyük önem taşır. Bu dönemde kazandığımız başarılar ya da yaşadığımız başarısız deneyimler ve yakın çevremizde bulunan kişilerin (aile bireyleri, öğretmenler, arkadaşlar, vb.) bu durumlarda verdiği tepkiler kendimize olan güvenimizin gelişmesine ve kendimizle ilgili geliştirdiğimiz özdeğer duygusunun artmasına önemli ölçüde katkıda bulunur. Sağlıklı özgüven geliştirebilmiş bir birey ile özgüveni düşük bir bireyin yaşamış oldukları çocukluk deneyimleri arasında farklar gözlenmiştir:

SAĞLIKLI ÖZGÜVEN Başarılarından dolayı takdir edilmiş, övgüde bulunulmuş İletişim kurulmuş ve aktif bir şekilde dinlenilmiş, sorunlarıyla ilgilenilmiş Saygıyla  konuşulmuş, kişiliğine değer verilmiş Sevgiyle sarılmış, ilgi görmüş Katıldığı spor faaliyetlerinde ya da okulda başarılı olmuş Güvenilir arkadaşlara sahip olmuş

DÜŞÜK ÖZGÜVEN Olumsuz eleştirilere maruz kalmış Azarlanmış, dayak yemiş Aşağılanmış, horlanmış, küçük görülmüş Her zaman mükemmel olması beklenilmiş Spor faaliyetlerinde ya da okulda başarısız olmuş

Genel olarak insanlar kendilerini dış dünyadan gelen etkilerden koruyabilmek amacıyla bazı varsayımlar ve bunlarla beslenen bazı düşünce yapıları geliştirirler. Bu varsayımlardan bazıları “zararlı”, bazıları ise “yapıcıdır.” Örneğin, “geçmişte yaptığım hataların cezasını çekiyorum, bugün yaşadığım olumsuz olayların sebebi budur” gibi bir varsayım son derece zararlıdır. “Zararlı” diye tabir edebileceğimiz tipteki varsayımlarımıza pirim vermek öz-güvenimiz ve öz-değerimiz bakımından “yıkıcı” hatta “yok edici” düşünce yapıları geliştirmemize sebep olur. Bu tarz yıkıcı düşünce yapılarından bazıları şöyle sıralanabilir: Olmuşken en iyisi olsun… Bu bardağın yarısı boş… Yenilmek ölmekten beter… Ben kötüyüm/başarısızım/yetersizim… Herşey kusursuz olmalı… Herşeyin bir kuralı var… Ben her zaman haksızım… İltifat ediyorsun, gerçekten de öylemiyim!? Oldu bir kere, artık düzelmez…

Diğer bütün duygusal zeka yetkinlikleri ve becerileri gibi özgüven de doğuştan gelen bir özellik değildir. Eğitimle kazanılan bir yetkinliktir. Ancak kişinin bu yetkinliği kazanabilmesi öncelikle bu güvensizliğin farkına varmasıyla, yani sorunuyla ilgili olarak özbilinç geliştirebilmesiyle mümkündür. Bu durumda özgüven kazanmak istediğimiz konuyu belirlemek,değişmekle ilgili derin bir istek duymak, güvenimizi kazandığımız taktirde meydana gelecek sonucu ve değişikliği hayal etmek en uygun seçenekler olacaktır. Bütün bunların yanı sıra kendi olumsuz varsayımlarımızla beslediğimiz “yıkıcı” düşünce yapılarımızı yenmek için bazı “onarıcı” teknikler de var: * Güçlü yönlerimizi belirlemek ve onların üstünde daha çok durmak: Denediğimiz her yeni şey için kendinize şans tanımalıyız. Önemli olan elde edilen sonuç değil, bu yolda harcanan çabalardır. Bu yüzden kendimizi takdir etmeyi bilmeliyiz. * Risk almak: Her yeni deneyime yeni bir öğrenme fırsatı olarak bakabilmek…Asıl olan kazanmak yahut kaybetmek değil! Ancak bu şekilde yeni fırsatlarla karşılaşabiliriz ve kendimizi olduğumuz gibi kabul edebiliriz. Aksi taktirde, her fırsat açılmamış bir kutu olarak içimizde kalacak; dolayısıyla doğrudan başarısızlıkla sonuçlanıp, kişisel gelişimimizi engelleyecektir. * İç konuşma yapmak: İç konuşma yaparak olumsuz varsayımlarımızla başa çıkabiliriz. Kendimize haksızlık ettiğimiz bu durumlarda, “dur bakalım, o kadar da değil”  diyerek daha olumlu varsayımlar üretmeliyiz. Örneğin, herhangi bir şeyin mükemmel olmasını beklediğimiz bir durumda , her şeyi mükemmel yapamayacağımızı, önemli olanın elimizden geldiği kadarını en iyi şekilde yapmaya çalışmak olduğunu kendimize hatırlamak harika bir fikirdir.  * Kişisel değerlendirme yapmak: Kendimizi her şeyden ve herkesten bağımsız olarak değerlendirebilmek… İçsel olarak kendimiz kendi davranışımız hakkında ne düşünüyoruz? Bu tarz bir bakış açısı içsel olarak daha güçlü hissetmemizi sağlayacak ve kişisel gücümüzü başkalarının ellerine teslim etmemizi engelleyecektir.

Son Söz: Yaşayacağımız hayat önümüzde duruyor. Kişiliğimizi değiştirebilmemiz mümkün değil belki ama kendimizi gerçekleştirebilmek  ve böylece hayattan daha çok zevk almak  yolunda özgüvenimizi geliştirebilmemiz mümkün. Bize gereken yakıt cesaret. Tıpkı J. B. Conant’ın bahsettiği kaplumbağa gibi başımızı saklandığımız yerden çıkartıp sevgiyle ve cesaretle hayata dalmak. Kaplumbağalar başlarını dışarı çıkarmadan ilerleyemezler.

Personal Excellence MAYIS 2004 sayısında yayımlanmıştır. Dr. Seden TUYAN – Eray BECEREN

15 görüntüleme0 yorum

İlgili Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page